AYKIRI PORTRELER 2

OSCAR WILDE (C.3.3)  


Oscar Fingal O’Flahertie Wills Wilde, göz cerrahı Sir William Wilde ve şair yazar Jane Francesca Wilde'ın ikinci çocuğu olarak İrlanda’nın Dublin kentinde doğdu. Dokuz yaşına kadar evde eğitim gördükten sonra Portora Kraliyet Okulu’na kaydoldu. Başarılı bir eğitim hayatı sürdü. Trinity öğrencileri için en büyük ödül olan Berkeley altın madalyasını aldı. Oxford Üniversitesi Magdalen Koleji’ni kazandığı bir bursla okudu.

1854 – 1900 yıllar arasında yaşamış olan Oscar Wilde, Victoria Dönemi İngiltere’sinin en dikkat çeken, başarılı oyun yazarı, romancısı, kısa öykücüsü ve şairidir.  
Kraliçe Victoria'nın hükümranlığını sürdürdüğü 1837-1901 yılları arasındaki Victoria Çağı diye anılan dönem ve sanayi devriminin ülkede yükselmesi Büyük Britanya’nın en parlak çağını oluşturur. Bu dönem, çok önemli ekonomik, siyasal, sosyal dönüşümlere yol açmış olduğu gibi sosyal hayatta, büyük çelişkileri de bünyesinde barındırmıştır. O yıllara kadar ekonomiye, toprak sahipleri yön verirken makineleşmenin yaygınlaşmasıyla ekonomik güç, burjuva sınıfının eline geçmiş, sanayileşme ile büyüyen ekonomiye karşın ülkedeki sınıflar arası uçurum giderek artmış, yoksul olan işçi sınıfının yoksullaşması fazlalaşmıştır. Mina Urgan çelişkiler, çatışmalarla dolu Victoria dönemini alttaki cümlelerle özetler.
  • ·         Ailevi değerlerle saygıdeğer olma merakı ve bunun getirdiği ikiyüzlülük.
  • ·         Toplumsal durumlardan ve bireysel koşullardan aptalcasına memnunluk.
  • ·         Cinsel konularda yapay çekingenlik ve sevgisiz evliliklerin kutsal bulunması.
  • ·         Dar kafalılık ve dinsel yobazlığa karşın Hristiyanlığın dibini oyan bilimsel araştırma ve gelişmeler.
  • ·         Para ve madde severlik ve alt sınıfların ve parasızların saygın bulunmaması.
  • ·         Plansız gelişen sanayileşme ve haksızlıklarla dolu çalışma şartları ve adaletsiz ekonomik düzen.
  • ·         Sanata duyulan düşmanlık ve edebiyatın salt eğlence aracı olarak algılanması.

Pek çok edebi türde ürünler vermiş İngiliz yazar David Herbert Richards Lawrence ise endüstrileşmenin birey üzerindeki yabancılaştırıcı etkisi üzerinde durarak bu dönemin çirkinliği üzerine şunları söylemiştir, “Bunu belki hiç kimse bilmediği halde XIX. yüzyılda insan ruhuna gerçekten ihanet eden şey çirkinlikti. Victoria Çağı'nın refah günlerinde paralı sınıfların ve sanayide kalkınmayı sağlayanların işledikleri büyük cinayet, emekçileri çirkinliğe, çirkinliğe ve gene çirkinliğe mahkûm etmekti: Bayağı, biçimsiz, çirkin giysiler, çirkin mobilyalar, çirkin evler, çalışanlarla işverenler arasında çirkin ilişkiler. İnsan ruhunun, ekmekten fazla güzelliğe gereksinimi vardır.”
İşte böyle bir dönemin etkisiyle Oscar Wilde, ” Bay W.H.’nin Portresi”, “Sosyalizm ve İnsan Ruhu”, “Yalanın Gözde Düşüşü”, “Kalem ve Zehir”, “Sanatçı Olarak Eleştirmen” ve Shakespeare oyunlarının sahne kostümlerini konu alan “Maskelerin Hakikati” başlıklı eleştiri, deneme metinlerini kaleme aldı. İlk kurmaca eseri “Narlı Ev”i 1891’de yayımladı. Alegorik öykülerden oluşan bu eserin ardından aynı yıl “Dorian Gray’in Portresi’ni  (The Picture Of Dorian Gray)” yazdı ve bu kitap içerdiği eşcinsel göndermeler nedeniyle hayli tartışmalara yol açtı. “Vera ya da Nihilistler”, “Lady Windermere’in Yelpazesi”, “Ciddi Olmanın Önemi” gibi oyunlara, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, “Gizli Olmayan Sfenks” gibi öykülere, “Bencil Dev”, “Mutlu Prens”, Sadık Dost” gibi masallara ve pek çok şiire imza attı.

Tam bir estet olan Oscar Wilde, tek romanı olan Dorian Gray’in Portresi romanının önsözünde estetizmi şu cümlelerle savunur, “Sanatçı güzel şeyler yaratandır. Sanatı göz önüne serip sanatçıyı gizlemek sanatın amacıdır. Eleştirmen, güzel şeylerden edindiği izlenimi başka bir üsluba ya da yeni bir malzemeye dönüştürendir… Güzel şeylerde çirkin anlam çıkaranlar, çekicilik yoksunu, kokuşmuş kişilerdir... Sanat tümden yarar dışıdır.”  
Annesinin Wilde üzerinde etkisi büyüktü. Ozanlığında, olağanüstü konuşma yeteneğine ve başkaldıran karaktere sahip olmasında, annesi onun rol modeliydi. Şiirlerinde kıtlıkla, açlıkla karşı karşıya kalan İrlandalıların acılarını, İngiliz yönetimine karşı olan isyanlarını anlatan Lady Wilde da en az oğlu Oscar kadar nüktedandı. Örneğin, evinde vereceği bir partiye, saygıdeğer bir dostunu davet edip edemeyeceğini soran bir davetlisine yanıtı,  “Biz bu evde o tanımı hiç kullanmayız.  Tüccarlar saygıdeğerdir sadece.” olmuştu.
Babası öldüğünde Oxford’da tahsilini sürdürmekte olan Wilde yirmi iki yaşındaydı. Süslü püslü, son derece dikkat çekici giyiniyor, kristaller, tavuskuşu tüyleri, zambaklar topluyordu.  Yıllar sonra, “Yaşamımın iki dönüm noktası var: Biri babamın beni Oxford’a yollaması; öteki toplumun beni zindana yollaması” diyecekti. Keyif veren her şeyi, içkiyi, yemek yemeyi sever, sosyetenin çağrılarına katılır, lüks kulüplere gider “Keyfin anısından ya da pişmanlık duymanın lüksünden başka geriye bir şey kalmaz” derdi.

Aykırı kişiliği ve özdeyişleri insanların tepkisini çektikçe züppelikle ve düşüncelerinin yüzeyselliğiyle suçlanıyordu. Onun, bencil ve özentili olduğunu söyleyenlere karşın Borges dedikodulara kulaklarını tıkıyor, “Genellikle yazarlar, söylediklerini olduğundan daha derin göstermeye çalışırlar. Wilde ise, uçarı görünmek isteyen derin bir insan” diyordu. Andrei Gide de Borges gibi Wilde’ın nükteli söyleyişlerinin altında gizli olan bilgece düşüncelerin farkına pek çok insandan önce varmıştı, “Onun yaşamından daha trajik bir yaşam düşünülebilir mi? Dikkat edebilse, daha dikkatli davranabilse ne kadar büyük bir dahi olduğu görülecek.” diyordu. Gide’in bahsettiği trajedi gerçekten de Wilde’ın tüm yaşamını altüst eden bir davayla ilgiliydi.
Oscar Wilde, kraliyet danışmanlarından olan Horace Lloyd’un kızı Constance Lloyd ile 1884’te evlendi bu evlilikten iki çocukları oldu. Biseksüel olan Wilde’ın hemcinsleriyle ilişkisi evliliğine rağmen devam etti.  Pek çok erkekle ilişkileri oldu ancak bunlardan Lord Douglas’la ve Alfred Taylor’la ilişkilerinin basında yer alması kötü sonunun da başlangıcı oldu.
Oscar Wilde davası, Victoria Dönemi İngiltere’si için çok ilgi çekici bir davaydı. Konu günlerce gazete manşetlerinde yer almış, yargıçlar, savcılar davalara önyargıyla girmiş, kiliseler bile bu konu üzerine vaazlar vermişti.  Wilde’ın suçu, 1891 yılında, kendisiyle aynı üniversitede okuyan Lord Douglas’la ilişkiye girmiş olmasıydı. Queensberry Markisi olan baba Douglas, bu ilişkiye çok tepki gösterdi, oğlunu Wilde’dan ayırmak için pek çok yolu denedi Babasına büyük bir nefret dıuyan Lord Douglas ise bu çatışmayı sonuna kadar kendi çıkarları için kullandı. “Dorian Gray’in Portresi” romanının yayımlanmasının ardından bu olayların patlak vermesi, Oscar Wilde’ı toplum nazarında epeyce zor durumda bıraktı ve saygınlığı yitirmesine yol açtı. Bu arada oğluna ve Wilde’a kızgın olan baba da boş durmadı, gittiği kulüplerde, Wilde’ı herkesin önünde aşağılamaya çalıştı. Ona hakaretler içeren çeşitli notlar bıraktı. Son derece kindar olan Lord Douglas ise Oscar Wilde’ı babasına karşı dava açması için işlemeye başladı. Yakın çevresinin şiddetle karşı çıkmasına karşın Wilde, büyük bir hata yaptı ve Marki aleyhine hakaret davası açtı. Davayı kaybetti. Ardından eşcinsellik suçlamasıyla yargılandı, iki yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Sonun başlangıcı olan bu davaların ardından zindana yollandı. Orada, Douglas’a elli bin kelimelik bir mektup yazdı ancak bunu ona iletmesi mümkün olmadı. Bu mektup Wilde’ın ölümünden sonra  De Profundis (1905) adıyla yayımlandı. “Oscar Wild’ın Mektupları adıyla yayımlanması ise ancak 1962’de mümkün olabildi. Bu mektupta, Lord Douglas’la olan ilişkilerini, mahkeme ve tutukluluk sürecindeki duygularının yanısıra din, sanat gibi konulardaki görüşlerini anlattı. Cezasını tamamladıktan sonra İngiltere’yi terk edip Paris’e yerleşti, en iyi ve son şiiri olan Reading Zindanı Baladı’nı (1898) yazdı. Şiirde bir idam mahkûmunun duygularını, cezaevlerinin insanlık dışı koşullarını, Ortaçağ’dan kalma İngiliz ceza sistemini anlattı. Eser ancak altı baskı yaptıktan sonra kitabın üzerine Oscar Wilde adı yazıldı. Önceki baskılarda ise cezaevindeki sicil numarası olan C.3.3. (C Bölümü, 3.koğuş, 3.hücre) yazıyordu.
Cezaevinden çıktıktan sonra da Lord Douglas’la tekrar birlikte olsa da araları eskisi gibi değildi. Douglas’a babasının ölümünden yüklüce miras kalmış olmasına rağmen beş parasız durumda olan Wilde’a yardım etmedi. Toplum tarafından aforoz edilmiş olan Wilde ise Sebastian Melmoth adını kullanmaya başladı. Yaşamının son üç yılını, ekonomik olarak son derece kötü durumda bir otel odasında geçirdi. 30 Kasım 1900’de Ben Barnes’de, bir kulak ameliyatının ardından oluşan çeşitli komplikasyonlar sonucu hayata gözlerini kapadı.
Hayatının büyük bir bölümünde sosyalizmi savundu. Ona göre, estetikçi amaçlara ulaşmak ancak sosyalizmle mümkündü. “İğrenç yoksulluğun, iğrenç çirkinliğin, iğrenç açlığın” bulunduğu bir dünyada kimse mutlu olamazdı. Özel mülkiyetin hâkimiyetinde bu düzen değişemezdi ve insanoğlu açlıktan sürünmek ya da ömür boyu karın tokluğuna yaşamak için yaratılmamıştı. Demokrasi ise “halkın, halk tarafından halk adına sopaya çekilmesi”ydi. İnsanca yaşamak ancak sosyalizm ile mümkün olabilirdi. Bu bir ütopya olsa da ilerleme ile gerçekleşmesi mümkündü. Görüleceği gibi onun sosyalizm anlayışı, işçi sınıfının egemenliğiyle gerçekleşecek siyasal bir düzen değildi.
O, yaşamı boyunca birbiriyle çelişen şeyler yaptı. Topluma ilişkin düşüncelerini ustaca gizlerken, sarkastik tarzıyla düşüncelerini ustaca söylemeyi bildi. Yüksek sanatı savunurken popüler olmanın peşine düştü. Kişisel ilişkilerinde olağanüstü nazik, cömert ama eşine karşı bir o kadar acımasızdı ve toplumdan gizlemeye çalıştığı eşcinselliğini eserlerinde hevesle açığa çıkardı.
Yazının son bölümü  Dorian Gray’in Portresi romanından bir alıntı olsun.
-          Sanat üstüne ne düşünüyorsunuz?
-          Sanat, bir hastalık…
-          Aşk?
-          Bir yanılsama…
-          Din?
-          İnanç yerine geçen moda bir karşılık.
-          Siz bir kuşkucusunuz.
-          Asla! Kuşkuculuk inancın başlangıcıdır.
-          Nesiniz, siz?
-          Tanımlamak, sınırlamaktır…

Kaynakça:
Sunuş: Elizabeth Hollander (2008), Oscar Wilde Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil, İletişim Yayınları, Çevirenler: Esin Soğancılar, Kaya Genç, Fatih Özgüve, Türker Armaner
Şakir Eczacıbaşı (2002), Oscar Wilde Tutkular, Acılar, Gülümseyen Deyişler, Remzi Kitabevi

Oscar Wilde (2010), Dorian Gray’in Portresi, Can Yayınları, Çeviren: Nihal Yeğinobalı

DOSTOYEVSKİ ve KISKANÇLIK

Edebiyatta en çok işlenen konulardan birisinin kıskançlık olduğunu söyleyebiliriz. Başta aşk olmak üzere yaşamın hemen her alanında karşımıza çıkan duygu, Kabil’in Hâbil’i kıskandığı günden bu yana insanoğlundan ayrılmadı. Çekememezlik, haset, imrenmek, öykünmek gibi farklı dereceleriyle sanatın hemen pek çok dalına ilham kaynağı oldu.

İnsana ait her duyguyu ince ayrıntılarıyla işleyen, kahramanlarının psikolojik tahlillerini ustaca yapan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821 – 1881), dünya edebiyatını etkilemiş en büyük yazarlardan biri ve eserleri bugün de geniş halk kitleleri tarafından beğeniyle okunmakta.
Çarlık rejimini eleştiren Petraçevski’cilerle birlikte olmaktan suçlu bulunarak dört yıl kürek mahkûmiyetine çarptırılan yazarın, Sibirya’daki sürgünden edindiği izlenimleriyle yazdığı “Ölüler Evinden Anılar” romanında yer alan “Akulka’nın Kocası” anlatısı (Bölüm 2/4), pek çok duyguyu ele alan bir öykü.  Erkek egemen zihniyetin, kadın için eziyete, kimi zaman ölüme dönüşmesini anlatan eser, paralelde sevgi, nefret, merhamet, öfke, iftira, şeref gibi duyguları, kavramları da ele alır. Ancak vurucu duygunun kıskançlık olduğu metinde, yazar bunu son ana kadar okurdan saklamayı başarır, kıskançlığın sonucunu, bitişte okurun kucağına külçe gibi bırakır.
Romandaki öykü, koğuştaki mahkûmlardan birinin anlatısıdır. Arkadaşlarına kendi başından geçmiş bir olayı aktarmaktadır.

Ankudim Trofimiç, çevresi tarafından çok sayılan yaşlı bir adamdır. Akulka adında bir kızı vardır. Ticaretle uğraşan acımasız, sevgisiz Filka Morozov, Ankudim Trofimiç’le ortaklığını kaba sözlerle bitirirken kızıyla da evlenmeyeceğini söyler ve “Nikâhsız da koynuma alıyorum zaten!” der. Ankudim, sinirden titreyerek “Sen namuslu bir babayı ve namuslu kızını ne hakla kepaze edersin?” dediğinde aldığı yanıt ise “Sizin Akulka, yalnız bana değil, hiç kimseye varamayacak… Mikita Grigoryiç de almaz artık, çünkü şerefsiz bir kız o… Artık yüz papel de versen istemem.” der.
Filka’nın söyledikleri Akulka’nın evinde tam bir infiale yol açar. Anne, baba o günden sonra kızlarını sürekli döverler. Öyle ki kızcağızın nefes almaya hali kalmaz. Biri bırakır, öteki devam eder dayağa. Bütün şehir kızın evlenmeden erkeklerle birlikte yatıp kalktığını konuşmaktadır. Bu arada Filka, arkadaşına yani öyküyü anlatan kişiye, “kızı sen alsanaüç yüz drahoma verecekler kızları için... Nikâh her ayıbı örter… üstelik ömrünün sonuna kadar kızın boynu sana eğik olur.” telkininde bulunur.
Sonunda anlatıcı Akulka ile evlenmeye karar verir ancak düğüne bir hafta kala içmeye başlar. Amacı her şeyi unutmaktır. Nikâh törenine zil zurna sarhoş gider. Büyük bir ders vermek için ilk gece kırbacını yatağının yanına koyar. Planına göre karısı bakire çıkmayacak o da onu doğduğuna pişman edecek, böylece tüm şehre nasıl bir erkek olduğunu gösterecek kimse de bir daha kendisiyle “hımbıl” diye alay edemeyecektir. Ancak hoş bir sürprizle karşılaşır. Karısı bakiredir.
Taze kocanın keyfine diyecek yoktur. İlk iş birlikte kiliseye giderler. Daha sonra kendisini yalanlarla doldurduğu ve Akulka’nın da çok acı çekmesine sebep olduğu için Filka Morozov’u arar, bulur. Filka özür dilemek yerine daha da ileri giderek “Karını bana sat… Sen de aptalın birisin. Seni neden ayık evlendirmediler. İşin aslını anlama diye” der. Bunu duyan koca eve öfkeyle döner. Hıncını karısından çıkarır. O günden sonra Akulka’yı her gün sabahtan akşama kadar sürekli döver. Günler böyle sürer.
Bir süre sonra Filka Morozov’un askere gitme zamanı gelir. Şehirden ayrılmadan önce Akulka ile yolda karşılaşır ve yine kötücül duygularla yanına yanaşarak “Bak şimdi beni mızıkayla askere götürüyorlar. Bağışla beni namuslu babanın namuslu kızı, affet şu alçağı” der. Kız irkilir, çok uzun bir aradan sonra duymuş olduğu güzel sözlere kapılıp “Sen de beni affet delikanlı, sana karşı kinim yok” der. Aşağılanmaktan, sevgisizlikten bezmiş biri için yalan da olsa ne güzeldir duydukları.  Onların konuştuklarını gören kocası, Akulka’yı ne konuştunuz diye sıkıştırınca kadın durumu anlatır ve “Ben onu artık dünyada her şeyden çok seviyorum” der. Bu cümle öyküde gerilimin iyice yükseldiği andır. Akulka’nın kocası duydukları karşısında donup kalır. Şehirde pek çok erkekle ilişkisi olduğuna inanılan bir kadınla evlenmiş, para için sosyal çevresinin her türlü manevi baskısına katlanmıştır. Buna karşın, onun ağzından o güne dek ilk kez duyduğu sevgi dolu sözcükler kendisine değil de başkasına olmuştur. Kıskançlıktan deliye döner. Bu kez durum çok ama çok farklıdır. O gün onu dövmez ve akşama kadar tek laf konuşmadan ne yapması gerektiğini düşünür. Karar verdiğinde “Akulka, artık seni öldüreceğim” der. Sabahın erken saatinde karısını kasabanın dışına çıkarır, hunharca öldürür. Her öykü gibi bu öykü de (bir romanın içinde yer almış olsa da) okurun kafasında sürer gider ve okundukça yeniden yazılır.
Dostoyevski’nin “Başkasının Karısı ve Karyola Altında Bir Koca” adlı eserinde ise temel duygu kıskançlıktır. Bu öykünün diğer önemli özelliği gülmece olmasıdır. Karısının kendisini aldattığından şüphe duyan İvan Andreiç kendi kimliğini gizleyerek durumu aydınlatmaya çalışırken pek çok saçmalığa sebep olur, gülünç duruma düşer.
Karısının kendisini sıklıkla aldattığına inanan yaşlı koca (eserde kürklü adam olarak anılır), bunu ispatlamanın peşine düşer fakat gururunu kurtarmak için takip ettiği kadının başkasının karısı olduğunu söyler. Soğuk bir kış gecesinde, dairelerinden birinde karısının olduğuna inandığı bir apartmanın karşı kaldırımında beklemeye başlar. Yanında kendisiyle benzer kaderi paylaşan genç bir erkek vardır (eserde genç adam olarak anılır). O da evli bir kadına âşıktır ve aldatıldığından şüphe etmektedir. Yanında bekleyen yaşlı adam gibi o da binanın önünde sevgilisini beklemektedir.  
Eserde, kürklü adamın utancını ve kıskançlık duygusu altındaki ezilişini veren pek çok cümle vardır.
“Bir bayan, yani saygıdeğer, iyi aileden bir bayan, bir ahbabım… rica ettiler de… görüyorsunuz ya bekârım ben…”
“Kendim için yapmıyorum bunu. Aklınıza kötü bir şey gelmesin sakın. Benim karım değildir! Kocası ileride, Voznesenski Köprüsü’nde bekliyor. Suçüstü yakalamak istiyor karısını…her koca gibi inanmıyor… (kürklü adam gülümsemek için kendini zorladı) ben arkadaşıyım. İnanın.”
Aradan biraz zaman geçince iki adam birlikte apartmana girmeye karar verirler. Bu arada konuşmayı da sürdürürler fakat kürklü adamın kuşkuculuğu, kıskançlığı bu kez yanındaki tanımadığı genç adama yönelir,
“… bağışlayın delikanlı, gene… Nasıl söyleyeyim, bilmiyorum… Onun aşığı olmadığınıza bir kez daha yemin eder misiniz?
Öff! Yemin ederim!”
Öykü bu duygularla sürer. Genç adam yalnız kalmak için her yolu denese de kürklü adamın onu bırakmaya niyeti yoktur. Gururunu kurtarma, beklediği kadının karısı olmadığına karşısındakini inandırma peşindedir.
“Sizce her aldatılan koca boynuzlu mudur?
Yoksa evli misiniz? Hani Voznesenski Köprüsü’ndeydi kadının kocası? Niçin alındınız bu kadar?
Sanıyorum siz de sevgilisisiniz.
Bakın böyle konuşmayı sürdürecek olursanız sizin de boynuzlu olduğunuzu söylemek zorunda kalacağım! Anlıyorsunuz değil mi ne demek istediğimi?
Kürklü adam, üzerine kaynar su dökülmüş gibi geri sıçradı.
Yani onun kocası olduğumu mu söylemek istiyorsunuz?” dedi.
O gece anlaşılır ki evli adamın karısı Glafira, o apartmandaki dairelerden birinde başkasıyla birliktedir ve kadın aynı zamanda dışarıda bekleyen genç adamın da sevgilisidir.
Öykünün ikinci bölümü ise ertesi gün tiyatro binasında başlar.  İvan Andreiç hışımla girdiği salonda localara göz gezdirir, aradığı kadını bulur. Yanında, tanıdığı iki kadınla, gölgede kaldığı için göremediği bir de adam vardır. “Adam alçakça saklanıyordu yaverin arkasında, karanlığa çekilmişti.”.
Birinci perde bitmiş, İvan Andreiç müziği hiç duymamıştır bile. Onun kulaklarında bir fırtına uğultusu, yanında yöresinde korkunç çığlıklar vardır. Aldatılmışlık duygusu ile kıvranırken kafasına yukarıdaki locaların birinden “hoş kokulu” bir not kâğıdı düşer.  Elden ele gizlice aktarılabilecek denli küçük katlanmış ve ille de o locadan düştüğüne inandığı bir kâğıt. Yasak aşkın adeta kanıtı... Çünkü “Tutku öteki duygulara benzemez… oysa kıskançlık ondan daha baskındır.”
İvan Andreiç kâğıttaki notu ve adresi okur. Minik mektup bir randevu için yazılmıştır,  “ Suçüstü yakalamalı onu. Yılanı, başı küçükken ezmeli.” diye düşünür.
Öykünün ilerleyen kısımları ilginç birlikteliklere sahne olur. Mektuptaki adrese gider, bilmediği bir daireye “aldatılmış bir kocanın olanca haşmetiyle” dalar. Fakat akabinde eve gelen erkeğe yakalanmamak için, gördüğü ilk odaya kendini atar. Saklanabileceği tek yer yatağın altıdır.  Ancak kötü sürpriz! Orada bir erkek daha vardır. Ardından içeriye giren ev sahibi kadın ve erkeğin yatmalarıyla odada mahsur kalırlar. Öykünün büyük bölümü yatağın altındaki fısıltılı diyaloglarla, iki adamın çekişmeleriyle sürer. Zaman zaman seslerinin yükselmesiyle kadın yatağın altında birileri olduğunu anlar ve ortalığı velveleye verir. Mahsur adamlardan genç olanı punduna getirip kaçar, İvan Andreiç ise ortaya çıkarak ev sahibine yalvarmak zorunda kalır, “Bir yanlışlık oldu ekselans! …Bütün suç o kadında… aslında benim karım değil kuşkusuz, başkasının karısı… Evli değilim ben, bekârım… Arkadaşımın, çocukluk arkadaşımın ka…” sözleriyle savunur kendini. Karı kocayı hırsız olmadığına ikna için epeyce uğraştıktan sonra bunu başarır ve yorgun argın evine döndüğünde karısı Glafira’yı...
Hadi bırakalım da öykünün sonunu merak edenler, Dostoyevski’nin toplu öykülerinin olduğu kitaplardan ya da internetten eseri bulup okusunlar.
Yukarıdaki örnekler, Karamazov Kardeşler, Yeraltından Notlar, Ebedi Koca... Dostoyevski’nin kıskançlığı işlediği eserlerinden yalnızca birkaçı.

Kıskançlığın olmadığı bir yaşam düşünülebilir mi? Doğamıza ve tarihe baktığımızda pek mümkün değil gibi. Ancak duygunun şiddetle sonuçlanmasını önleyebiliriz.
Sağduyulu, özgüveni yüksek bireylerden oluşan insanlığa ulaşma dileği kulağa ütopik gelebilir. Biz çaba gösterelim, dilekte bulunalım, bakarsınız olur.

Kaynakça:
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (2011), Ölüler Evinden Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Çeviren:Nihal Yalaza Taluy
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (2009), Öyküler, İletişim Yayınları, Çeviren: Ergin Altay

AYKIRI PORTRELER-3

JEAN GENET BİR ANARŞİSTİN PORTRESİ

“Hırsız olmaya yaşamımın belli bir döneminde karar vermedim. Tembellik ve hayalperestlik yüzünden Mettray İslahevi’ne düştüm. Burada yirmi birime kadar yatmam gerekiyordu. Kaçtım. Gönüllü primi almak için beş yıllığına asker yazıldım. Birkaç gün sonra zenci subaylara ait birtakım valizleri alarak kaçtım.
Bir süre hırsızlıkla geçindim; ama para karşılığında erkeklerle yatmak tembelliğime çok daha uygundu.” (1)



Yetmiş beş yıllık yaşamının genç yıllarını cezaevinde geçiren Jean Genet (1910 - 1986), otobiyografik ögeleri de içinde barındıran Hırsızın Günlüğü kitabında kendisini yukarıdaki satırlarla tanımlar.
Fransız edebiyatının sıradışı yazarı, düşünürü, aktivisti, evlilik dışı bir çocuk olup annesi tarafından terk edildiği için on yaşına kadar yetimhanede ve Morvan’da bir çiftçi ailesinin yanında kaldı. Katolik olarak yetiştirildi. Başarılı bir ilkokul eğitiminin ardından dizgicilik (mürettiplik) mesleğini öğrenmesi için yanında yaşadığı aileden alındı ve bir zanaat okuluna gönderildi. On gün sonra oradan kaçtı. Nice’te bulundu. Ufak tefek kaçışların ardından on beş yaşında ilk hapishane deneyimini yaşadı ve mahkeme, reşit olana kadar Mettray Çocuk Cezaevi’nde tutulmasına karar verdi. O ise Mettray’dan ayrılabilmek için cezası dolmadan yabancılar lejyonuna yazıldı. Altı yıllık askerlik hayatının sonunda firar etti ve Fransa’dan kaçmak zorunda kaldı. Bir yıl boyunca sahte kimliklerle Avrupa’da dolaştı. 1937 de Paris’e döndüğünde hakkında pek çok suçlama ile mahkeme önüne çıktı, tutuklanıp cezaevine gönderildi.
İlk eserlerini Fresnes Hapishanesi’ndeyken yayımladı. Ömür boyu sürgüne yollanmak üzereyken ilk şiiri İdam Mahkûmu, Çiçeklerin Meryem Anası ve Gülün Mucizesi adlı kitaplarıyla, Sartre, Andre Gide ve Jean Cocteau’nun dikkatlerini çekti, onların cumhurbaşkanına verdikleri dilekçeyle suçu bağışlandı, serbest bırakıldı.
Anne babasını hiç tanımadı. Ebeveynlerini uzun süre aramasına karşın sadece annesinin adına ve onun bir fahişe olduğu bilgisine ulaşabildi. Gene, hayatının bir kısmını hırsızlıkla, fahişelikle, kadın satıcılığıyla ya da kaçakçılıkla kazandı.
Genet, içinde yaşadığı yeraltı dünyasının özelliklerini öne çıkartarak ve onları savunarak mevcut düzeni reddetti, düzenin ikiyüzlü yanlarını korkusuzca dile getirdi. Toplum nazarında onu suçlu kılan tüm özelliklerini inkâr etmek şöyle dursun kabul etti, arkasında durdu ve şöyle dedi: Hırsızlara, hainlere, katillere, kalleşlere sonsuz bir güzellik atfediyorum; sizlere asla.

“Tekil bir eylem olan hırsızlığa daha evrensel bir işlem olan şiir yararına ihanet etmem gerekiyordu.”
“Ona göre hakiki mahpuslar ‘bu toplumdan nefret ettikleri için değil, her halükârda canları sıkıldığı için hapishaneye gidenlerdir.’
Suçu sosyo-ekonomik hayatın şanssızlarının hayattan almak istedikleri pay için giriştikleri edim olarak göstermek isteyen egemenliğe karşı durarak,  bu modern iktidar sisteminin oluşturduğu suç kavramının gerçekliğini tartışmaya açar. Bu çabası yapıtlarında da görülür.” (2) Bu bağlamda, örneğin, “Çiçeklerin Meryem Anası” adlı romanında anlattığı katili romanın sonunda adeta kutsar, aziz mertebesine çıkartır. Gamze Çakır, makalesinde “1940’lı yılların şartları göz önüne alındığında, Genet’nin romanları Fransa’da büyük bir şaşkınlık yarattı. Genet’nin konumundaki hiçbir yazar, beyaz ve siyah erkekler, Nazi askerlerle Fransız milisler ve yaşayanlarla ölüler arasındaki eşcinsel birleşmelere ayrıntılı biçimde yer vererek, müstehcen veya aykırı kabul edilen alanlara pervasızca adım atmamıştı. Cenaze Töreni’nde, bir Fransız delikanlısıyla yaşadığı yoğun cinsel ilişkiyi Hitler’in kendi ağzından anlatan bölümler, okuyucuyu afallatmış ve dehşete düşürmüştü.” diye yazar.
Genet’nin hayatı otellerde geçti. Bir dönem bilinçli olarak edebiyattan uzaklaştı, tam yirmi iki yıl yazmadı. Bu dönemde dünyanın ezilen halklarının ve başkaldırı gruplarının yanında oldu. Yazılarıyla onları destekledi. O, “beyaz” diye tanımladığı dünyanın kendi deyimiyle zencisiydi. Tüm iktidarlarla ve kutsallarla savaşı vardı.
“Benden ölçüsüzce ve tüm kendiliğindenliğiyle nefret edecek tam düşmanı, ancak daha beni tanımadan benim tarafımdan yenilgiye uğratılmış, boyun eğmiş düşmanı isterim…
Dostlar değil. Dost filan istemem… Gücü tükenmiş, teslim olmayı kabul eden bir düşman arıyorum. Verebileceğim her şeyi ona vereceğim: silleler, tokatlar, tekmeler, onu açlıktan gözü dönmüş tilkilere ısırtacağım, ona İngiliz yemekleri yedirteceğim, Lordlar Kamarası’nda bulundurtacağım, Buckingham Sarayı’na konuk olarak kabul ettireceğim, Prens Philip’i düzdürteceğim, prens tarafından düzdürttüreceğim, bir ay Londra’da yaşatacağım, benim gibi giyindirteceğim, benim yerime uyutturacağım, benim yerime yaşattıracağım: açık düşmanı arıyorum.” (3)
1974 ve 1986 yılları arasında kaleme aldığı politik metinlerden oluşan “Açık Düşman” kitabının başındaki  “Bu kitap Fransız Büyükelçiliği’nin katkılarıyla yayınlanmıştır.” ibaresi ise bu denli muhalif tavrına karşın beyaz dünyanın ona yaklaşımını göstermesi bakımından ilginçtir. Kitap her bakımdan muhaliftir ve açık düşman tanımına Fransa da dâhildir.

“Piçlik, İhanet, Toplumun Reddi, ve Yazı”
Söz konusu kitapta,  yukarıdaki başlıkla, yapılan söyleşide Madeleine Gobeil’in sorusu ve Genet’nin yanıtı alttaki gibidir.
“Oyunlarınız çok başarılı oluyor. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde; Zenciler orada oynamaya başlayalı yakında dört yıl olacak. Bu başarı sizde nasıl bir etki uyandırıyor?”
“Aklım almıyor. Hayret ediyorum. Belki de Amerika Birleşik Devletleri düşündüğüm gibi değildir. Amerika’da her şey olabilir. İnsanlığa benzer bir şey bile ortaya çıkabilir.”

Genet, toplum nazarında piçtir, hırsızdır, eşcinseldir, fahişedir, ahlaktan, namustan yoksundur. O ise bu özelliklerini her fırsatta öne çıkartarak, burjuva toplumunun sahte değer yargılarına saldırır, onlara ayna tutar, yeniden değerlendirir. Düşüncesine göre burjuvazinin çöküşü ancak burjuvazi içerisinden çıkan Genet’ler sayesinde olabilecektir. Örneğin yargı sistemi ve onu sürdüren yargıçlar üzerine söyledikleri çok çarpıcıdır: “Yargıçların bana neler sağladığını sorsanıza... Yargıç olabilmek için hukuk okumak gerekir. Bu öğrenime on sekiz, on dokuz yaşına doğru başlanır, yeniyetmeliğin en verimli döneminde. Dünyada başka insanları yargılayarak hayatlarını kazanacaklarını bilen on sekiz yaşında insanlar var. Suçluların bana sağladığı şey bu işte: yargıçların ahlakı üzerine beni düşündürdüler. Ama buna güvenmeyin; her suçlunun içinde maalesef bir yargıç vardır, tersi ise doğru değildir.” (2)
Müşterilerin başka bir kimliğe bürünme isteklerini gerçekleştirebilecekleri lüks bir randevuevinde geçen Balkon adlı oyununda ise aynı konuyu şöyle işler;
“HIRSIZ KADIN, yukarıdan alarak: Bana hanımefendi diye hitap edin lütfen, ne isteyecekseniz de kibarca isteyin.
YARGIÇ: İstediğimi yapacak mısın peki?                                             
HIRSIZ KADIN, işveli: Hırsızlık etmem pahalıya patlar size.
YARGIÇ: Öderim. Bedeli neyse öderim hanfendi. Yoksa kötüyü iyiden ayırt etme yetkimi yitirirsem, sorarım size, neye varır benim halim?”(4)

Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ırkçılığa karşıtı Kara Panterler, Federal Almanya’daki Kızıl Ordu Fraksiyonu, Filistin Kurtuluş Örgütü… Bunlar destek verdiği örgütlerden birkaçı. Tam bir anarşist olan Genet, Hırsızın Günlüğü, s.47’de şöyle der:
“Sınırları geçişim ve bu geçişin bana verdiği heyecan, içine girdiğim ulusun özünü herhalde doğrudan kavramamı sağlayacaktı. Bir ülkenin içine girmekten daha çok, bir imgenin içine giriyordum. Elbette bu imgeye sahip olmak istiyordum, ama onun üstünde etki yapmak da istiyordum. Askerlik çarkını, bu imgeyi anlatan en iyi şey olduğu için bozmak istiyordum. Yabancı için casusluktan başka çare yoktur. Temel niteliği dürüstlük  -ya da bağlılık- olması gereken bir kurumu ihanet yoluyla kirletmek kaygısı da belki buna karışıyordu. Belki de kendi ülkemden daha çok uzaklaşmak istiyordum.”

“Elbette ki isyan eden halklardan yana oldum…”
Yetmiş iki yaşında, Leyla Şahid’le birlikte Filistin’e giden Genet, "Vatanları olmadığı için destekliyorum onları; bir devletleri, ordusu, polisi olduğu gün beni hiç ilgilendirmeyecekler." der ve Avusturya’dan Rudiger Wischenbart ile yaptığı söyleşide, Filistin’i desteklemesine ilişkin şunları söyler:
“Jean Genet, sizi Filistin Kurtuluş Örgütü için bu kadar güçlü bir şekilde angaje olmaya iten neydi? Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Kara Panterler ve Federal Almanya’daki Kızıl Ordu fraksiyonunu bir yana koyacak olursak, bir grubun ya da siyasi bir hareketin yanında yer almanız önceleri oldukça ender görülen bir durumdu.”
“Beni buna iten öncelikle kişisel tarihimdir; bunu da anlatmak istemiyorum, kimseyi ilgilendirmez. Bu konuda daha fazla şey bilmek isterlerse kitaplarımı okurlar, olur biter. Ama benim size söylemek isteyeceğim şey, önceki kitaplarımın – aşağı yukarı 30 yıldır yazmayı bıraktım - bir rüyanın ya da bir hayalin parçası olduklarıdır. Bu rüya ve bu hayalden sonra ayakta kalarak, bir tür hayat bütünlüğü elde etmek için eyleme geçmek zorundaydım. Anladığımı sandığım kadarıyla, Kara Panterleri, Alman Kızıl Ordu fraksiyonunu ve Filistinlileri saydınız. Hemen konuya girmek için size şöyle cevap vereyim: Benden müdahale etmemi isteyen insanların derhal yanında oldum. Kara Panterler Paris’e gelip benden Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmemi istediler, ben de derhal gittim. On yıl önce Filistinliler benden Ürdün’e gelmemi istediler, bir yıl önce de Leyla Şahid benden Beyrut’a gitmemi istedi. Elbette ki isyan eden halklardan yana oldum ama bunu çok doğal olarak yaptım, çünkü ben de tüm toplumu yeniden tartışma konusu yapmak ihtiyacındaydım.”
İşçi ve öğrenci hareketlerinin başladığı 68 eylemlerinde “milliyetçilikten kurtulmuş zarif denebilecek gülümseyen bir dünya” gördüğünü söyleyen Genet ilk kez bu dönemde ülkesinden nefret etmediğini söyler.

Hapishane ve randevuevi arasındaki mezarlık...
Cumhurbaşkanı tarafından affedilmesinin ardından kendini tamamen edebiyata vermiş olan yazar, 1979 da gırtlak kanseri olduğunu öğrendi ve tedaviye başladı. Bundan sonraki süreçte pek çok kez Ortadoğu’ya gitti.
İlk şiiri “İdam Mahkûmu”ndan sonra, sırasıyla Çiçeklerin Meryem Anası (1944), Gülün Mucizesi (1946) kitaplarının ardından, Cenaze Töreni (1947), Denizci (1947), Hırsızın Günlüğü (1948) kitapları yayımlandı. Büyük Gözaltı, Hizmetçiler, Balkon, Paravanlar dünyada büyük yankılar uyandırdı. Düz yazılarını ise, Sevdalı Tutsak, Açık Düşman ve Tek Başına – Şatila’da Dört Saat adlı kitaplarda topladı.
         1986 da Paris’te bir otel odasında ölen Genet, kendi isteğiyle, Fas’ta, belediye hapishanesi ve randevuevi arasında yer alan küçük bir İspanyol mezarlığına gömüldü.
         Genet hakkındaki söylenecekler bitmez. Yazıyı Sartre’ın sözleriyle noktalayalım.
         “Şeytanını bize bulaştırarak Genet, kendini ondan uzaklaştırır. Kitaplarının her biri, şeytandan arındıran bir işlem, bir psikodramadır; sanki her kitap yalnızca bir öncekinin, tıpkı yeni aşklarının öncekileri yinelemesi gibi, yeniden basımıdır. Ancak her kitapla, bu, ruhuna şeytan girmiş adam, ona egemen olan şeytanın biraz daha fazla efendisi olur. On yıllık yazın, psikanalitik bir sağaltıma eşittir.”

Notlar:
      1.      1-Hırsızın Günlüğü – Jean Genet
      2.      2-Jean Genet’de Egemenlik ve Özgürlük İlişkisi (PDF) – Gamze Çakır
      3.      3-Açık Düşman– Jean Genet
      4.       4-Balkon– Jean Genet

Kaynakça:
Jean Genet (2012), Hırsızın Günlüğü, Ayrıntı Yayınları, Çeviren: Yaşar Avunç
Jean Genet (2016), Açık Düşman, Metis Yayınları, Çeviren: Sosi Dolanoğlu
Jean Genet (2014), Balkon, Ayrıntı Yayınları, Çeviren: Başar Sabuncu
Gamze Çakır (2013), Jean Genet’de Egemenlik ve Özgürlük İlişkisi – İnsanın İnkârı Olmayı İstemek, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Hukuk Yüksek Lisans Programı

PSİKOLOJİK BİR ROMAN EŞİKTEKİLER

İnsanın duygu ve düşüncelerinin felsefi açılımını konu edinen edebiyat ve zaman içinde yaşadığı olayların kaydını tutan tarih disiplinleri arasındaki süregelen ilişki her zaman canlı olmuştur ve biri diğerini tamamlar niteliktedir.
Tarihi roman ya da tarihsel roman diye tanımladığımız eserler, geçmişte yaşanmış gerçekliklerden yola çıkarak gerçek kişiler, olaylar üzerinden yazılabileceği gibi kurmaca karakterler ve olaylar üzerinden eskinin atmosferi fon yapılarak da yazılmış olabilir. İkisi arasındaki en önemli fark ise hikâye, gerçeğe ne kadar yaklaşıyorsa yer, zaman, olay akışı ve kişiler bağlamında yazarın sorumluluğu da o denli artar.

Bir diğer roman çeşidi ise kahramanlarının ruh çözümlemelerini yapan psikolojik romanlardır. Bunlar karakterin iç bunalımlarını, hesaplaşmalarını, içten gelen dürtü ve güdülerinin tüm detaylarını ele alırlar.
Bu açıklamalar eşliğinde, bir Ege kasabasındaki yaşamları konu alan Eşiktekiler, kurmaca karakterlerle aşk, nefret, öfke, umut, umutsuzluk, kaçma, terk etme, vicdan gibi duyguları, kaygıları, durumları, bin dokuz yüz ellili yılların Türkiye’sini arka plan yaparak okura aktaran psikolojik bir romandır denebilir. Yazar, ana karakterlerin yaşamlarını tüm detaylarıyla ele alırken yan karakterlerin de yaşamlarına ait bir ya da daha fazla kesiti okurla paylaşır ve onların da ruhsal detaylarını verir. İstanbul’dan kaçarcasına hiç bilmediği bir kasabaya yerleşen başkarakter Nusret, buraya adeta kapanmış, çevresinde dönüp duran onca insana karşın yalnızlığını sürdürmüş, bu yönüyle mekânla adeta özdeşleşmiştir. Anlatılan kasaba kendi içine dönüktür, şehirle iletişimi fazla yoktur. Taşra diye anılan pek çok yerleşim alanı gibi burası da seçimden seçime anımsanır.  Böyle bir yerin mekân olarak seçilmesi ve adının verilmeyişi bu bakımdan anlamlıdır.
Her sanat dalının üretimine araç olan algılar, nesneler vardır. Müzisyenler için nota, ressamlar için renk/ışık/fırça gibi. Edebiyatın ve uzantısı olarak yazarın aracı ise dildir ve dili kötü bir metnin okunması mümkün olmadığı gibi ve okunmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Gönül Çatalcalı, dilin inceliklerini, noktalama işaretlerini, cümle kuruluşlarını, kemanını akort eden bir virtüöz kadar önemsiyor. Dil ve zamana dayalı anlatım özellikleri nedeniyle, eserde bugünün varlığı hissedilmemekte olup  “anlatma zamanı” ile “öykü yani vak’a zamanı” aynıdır ve döneme ilişkin günlük konuşmalar kusursuz bir şekilde kaleme alınmıştır
Mekân anlatımı ise dağlar, çiftlikler, evler, iç mekânlar gibi somuttur. Adı verilmeyen kasabaya ilişkin betimlemelerin canlılığı, döneme uygunluğu dikkat çekicidir, okuru görsel zenginliğe çeker. O zamanlar, tıpkı bugün gibi büyük siyasi bölünmelerin olduğu yıllardır. DP’li ya da CHP’li olmak insanlar hakkında büyük ipuçları demektir ve bu da zaman zaman düşmanlıklara varan ilişkilere yol açmaktadır.

            Yaşadığı büyük kırgınlık ve öfke sonucunda, özel doktorun olmadığı kasabaya gelen Nusret’in soluklanmak ve kiralık ev aramak için girdiği bir kahvede ilgi odağı olmasıyla romanda olaylar zincirinin ve insana dair hemen her duygunun anlatımı başlar.
            “ ‘Oooo, demek doktorsun beyim. Buralara hiç doktor gelmediydi şimdiye kadar. Adını bağışlasan…’
            ‘Nusret…’
            İki heceden oluşan oturaklı isim ‘tak’ diye düştü masaya, oradan kahvecinin diline geçerken başına unvanı eklendi, daha da ağırlaştı.
            ‘Doktor Nusret Bey ha! Doktor Nusret Bey. İki otelimiz var ama uzun vakit otel köşelerinde olur mu hiç, sana hemen bir ev buluruz evelallah.’
            Üst üste vurgulanarak ve yüksek sesle söylenen ‘doktor’ sözcüğü, Çınaraltı’nda dalgalanmaya neden oldu. Bir köşede tavla oynayan Çoban Haydar ve Ambarcıların Kâmil şak diye kestiler başka zaman dünya yansa ara vermedikleri oyunu, tavlayı gürültüyle kapattılar.”
            Başta Doktor Nusret, karısı Sara olmak üzere her karakter kendi içinde hesaplaşmalar yaşar ve onların iç dünyaları tanrısal anlatıcı tarafından okura aktarılır. Tanrısal anlatıcıdan başka, iç konuşmalara da yer veren yazar ek olarak Nusret’in duygu ve düşüncelerini de ben diliyle onun kaleminden aktararak anlatım zenginliği yaratır. 
Ana çatışmanın paralelinde, pek çok detay çatışma ile zenginleştirilmiş, romanda kullanılan birbirinden bağımsız ya da biri diğerine eklenmiş düğümler alttaki başlıklarla özetlenebilir.
·         Yerleşik bir düzenden kopup hiç bilinmeyen bir kasabaya yerleşme
·         Siyasal tercihler ya da farklı deyişle yaşam felsefesi zıtlıkları
·         Baba-oğul çatışması
·         Büyük şehir-kasaba çatışması
·         Bireyin kendisiyle çatışması
·         Karşılıksız aşk
Bunlar ve benzerleri, merak ögeleri eklenerek başarıyla ele alınmış, yer yer cinsellik ön plana çıkartılmış, gerçek aşk, platonik aşk, tecavüz, ensest, gayri meşru ilişkiler… gibi konularla cinsellik her yönüyle geniş bir yelpazede ele alınmış.
Romanın başkahramanı Nusret’in babası Muhsin Bey, eşiyle, çocuklarıyla olumlu, sevgi dolu ilişki kuramayan hırslı bir tüccardır.  Nusret’in yakın arkadaşı Yosef’in ailesi, varlık vergisi nedeniyle ekonomik yetmezlik içindeyken Muhsin Bey, zayıf durumlarından faydalanarak onlara ait ticarethaneyi ucuza satın alır. Bu olay, erdem duygusu yüksek, mükemmeliyetçi yapıya sahip Nusret’in babasına ilişkin yaşadığı ilk kırılmadır. İkincisi ise çok daha sarsıcıdır. Nusret tesadüfen babasının bir başka ailesi daha olduğunu öğrenir ve bu tanıklığın ardından İstanbul’u terk eden oğul için baba artık sadece “Muhsin Bey”dir . Böylece oğulun, babadan kopuşunun derinliği pekiştirilmiş olur.
Çekişmeli bir seçim döneminin anlatıldığı eserde, günümüzde olduğu gibi basın, o gün de kontrol edilmek istenen alan olarak karşımıza çıkıyor. İktidara karşı olan gazetelerin dağıtımı, yurt dışından yapılan rejim karşıtı radyo yayınları vs. engelleniyor. Hemen her seçim döneminde tanık olduğumuz hileler, hak ihlalleri konusunda elbette yalnız değiliz. Pek çok ülkenin geçmişinde ve bugününde bu tür yasa dışı durumlara rastlamak olası. Konumuz edebiyat olduğuna göre Edgar Allan Poe’nun bir seçim döneminde başına gelen olayı tam da bu noktada aktarmak uygun olacak sanırım.
Poe, edebiyat dünyasında saygı kazandıktan sonra New York’a gitmek üzere yola çıkar, Baltimore’da aktarma yapmak için trenden iner. Devamını Elliot Engel’in “Oscar Nasıl Wilde Oldu?” adlı kitabından okuyalım,
“Baltimore’a vardığında belediye başkanlığı seçimleri vardı. O günlerde seçimi kazanmak isteyen adaylar sahte adla birden fazla oy verebilecek kişileri bulup farklı oy sandıklarında oy kullandırırdı. Baltimore’da hiç kimse bir oy için bu riske girmezdi çünkü birden fazla oy veren kişi yakalanırsa bu suç ona federal hapishanede on yıla mal olurdu. Bu yüzden adaylar adamlarını tren istasyonlarına yollar, bu adamlar da kolayca aldatabilecekleri bir ahmağın trenden inmesini beklerlerdi.
            Trenden inen Poe oldu…
Siyaset şakşakçıları onu istasyon barına götürüp Baltimore limonatası dedikleri bir içki ısmarladılar. Yüzde beşi limon suyu yüzde doksan beşi alkoldü. Poe bu içkiden yedi kadeh içince zehir bütün vücuduna yayılmıştı. Adamlar hemen hemen hissizleşen Poe’yu oy sandığına yönlendirdi…” 
Seçim hilesine kurban giden Poe ne yazık ki bu olaydan üç gün sonra hastanede gözlerini açar, “Tanrım! Ruhuma merhamet et!” diye haykırır ve yaşamını yitirir.

Eşiktekiler romanının ilgi çeken değinilerinden biri de kapalı toplumların ya da grupların göç olgusuna bakışı. Sayfa 233’de, dağın tepesindeki bir köyün ibadet evinde karşılaştıkları Dedenin, “Çocuklarınızı neden tahsile göndermiyorsunuz?” sorusuna yanıtı şöyledir:
“Okuyanlarımız çıkmıştır, teşvik etmeyiz fakat mani de olmayız… Dışarıdan gelen gönderdiğimiz değildir artık, terazinin bir tarafı ağır çeker. Özümüz bizde saklıdır, bozmak istemeyiz.” diyerek yanıtlar. Dedenin, dışarıdan gelen gönderdiğimiz değildir sözü, türlü değişimler geçirmiş olan Nusret ve Sara’yı işaret eder.
Romanda bireyi öne çıkaran yazar, bireyin ruhsal bütünlüğünü sağlayabilmesi için, büyük parça yerine küçük parçaya, başkalarına yönelmiş dikkat yerine kendi özüne bakmasını önerir ve kurguladığı büyük şehir-kasaba karşıtlığıyla da bu önerisini destekler. Ancak elbette ki köklü değişimler için kilometrelerce yol kat etmek, şehir ya da ülke değiştirmek gerekmiyor.  Bireylerin özlerinde gerçekleştirecekleri devrimler ya da kendilerine yapacakları iç yolculuklar da gelişmelerinin aracı olacaktır.
Eşiktekiler’i okurken, aramızda halen yaşayan, Nusret’in Sara’nın, Nizam’ın, Ekrem Ağa’nın ve diğer karakterlerin iç yolculuklarına tanık olacak ve belki de kendi “öz”ünüzü inceleyecek, sürgünlerinizi keşfedeceksiniz.

Gönül Çatalcalı
Eşiktekiler
Tekin Yayınevi

370 Sayfa