YASAKLAR!

  “Yasak” olgusu, tarihsel bağlamda,  insanoğlunun var oluşundan da gerilere uzanan bir kavram. Homo Sapiens’in atası olan büyük maymunlar, soylarını hayatta tutacak yasaklara uyum sağlamasalardı yeryüzündeki canlı türlerinin oluşumu, gelişimi farklı olurdu. Bu bağlamda bahsedilen “yasak” türlerin devamı için hayatta kalmayı sağlayandır. Ancak bir de güçlünün güçsüze, iktidardakinin yönetilenlere koyduğu yasaklar var ki yazının konusu bu gruba dair.
Nezih-Er Yayınları, yayımladığı “Yasaklar” kitabıyla, önemli bir boşluğu doldurarak, kimi zaman yaşamımızı kolaylaştıran kimi zaman da zora sokan kavramı, toplam yirmi dokuz yazarın kalemiyle mercek altına almış.



Ayıp, kural, yasa, tabu, sansür, haram, kanun gibi kelimeler yasak kelimesinin derecelenmiş hali.
Bir kısım insanlar yasaklar koyarken, karşı olan kesim de bunları delmenin ya da iptal etmenin yollarını aramakta.
Bireylerin ya da toplulukların haklarını, canlarını, mallarını korumak amacıyla konulması gereken pek çok yasağın varlığı son derece akılcı ve olması gereken. Ancak yasak kavramının amacı, idealleri ve hedef kitlesi değişir de yasaklar yasağı koyanı ya da koyanları korumaya başlarsa işte o zaman sorunlar da başlıyor.
Tarihe şöyle bir bakacak olursak, yasağın öznesi olarak pek çok bilim insanı öldürülmüş ya da özgürlüğünden olmuş (Galilei, Lavoisier, Bruno, Socrates…). Bir kısmının da sanatsal, düşünsel üretimleri yasaklanmış (Nefi, Pir Sultan Abdal, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Namık Kemal, Melih Cevdet Anday, Nazım Hikmet…) Ne yazık ki günümüzde de yasaklılar listesi uzayıp gider.
Yasaklama eylemi, çoğu kez, yaratıcılığı ve üretkenliği olmayan bir eylem. Amaç bireyi/bireyleri kontrol altında tutmak ya da engellemek. Eğer bu engelleme/kontrol altında tutma, yaşamda mantıklı karşılığını bulmuşsa söz konusu yasak amacına ulaşmış, muhtemelen kural ya da yasa niteliğini kazanmış demektir. Ancak aksi durumda, anayasal bir hakkın gaspından ya da sansürden bahsediyor olabiliriz.
Ülkemizde konuşmak ve yazmak anayasa ile güvence altına alınmıştır. Yirmi altıncı maddede  “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir” yasa böyle dese de hemen her iktidar döneminde, uygulama sorunları yaşanmakta. Neyse ki konuşmanın bir önceki aşaması olan düşünmeye henüz yasak gelmedi. Yani anayasal hak olan “Düşünce ve kanaat hürriyeti” halen hepimiz için geçerli.
Düşünmek serbest. Ancak yeryüzünde, “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti “ ni kullanmak her zaman kolay olmamış çünkü gücü elinde bulunduranlar için neyin kamuya duyurulacağı önemlidir. İşte bu noktada günah ve oto-sansür kavramlarına bakmakta yarar var. Her iki kavramın hareket noktaları birbirinden farklı olsa da bireyin zihnindeki düşünceye gem vurma yönünden benzeşirler. Günah, özü itibariyle bireyi dikteyle ele geçirirken oto-sansür bireyi kendi özgür iradesiyle ele geçirir. Sonuç itibariyle ikisinin de hedefi, düşünceyi henüz zihindeyken bastırmaktır ancak hedefleri aynı olsa da zihindeki oluşum süreçleri ve sonrasında yaşananlar farklıdır. Oto-sansürü uygulayan kişi, engelleme sonrası bunalıma düşebilir ve kendini rahatlatacak çıkış noktalarını bulmakta zorlanabilir. Kendisine şu ya da bu şekilde bir mazeret bulsa da rahatlayabilmesi az ihtimal. Oto-sansür bireyin öznel tavrı olabileceği gibi korku toplumu içinde yaşıyor olmakla da çok yakından ilgilidir. Korku unsurunun, yaşamın her alanında etkin tutulduğu dönemlerde oto-sansür de çoğalır. Böylece bireye ‘sen kendi yasaklarını koy yoksa biz gerekeni yaparız’ mesajı verilir.

Günah korkusunda ise durum farklıdır. Bazı dini uygulamalar (günah çıkarma gibi) ve din adamları aracılığıyla bireyin zihnini beklenmedik şekilde özgürleştirebilir. Örneğin, tüm dinlerde ve gelişmiş tüm toplumlarda rüşvet almak yasaktır ve bu yasak günahla desteklenir. Ancak birkaç sene önce rüşvetle kendine kazanç elde etmek isteyen futbolcunun bir din adamıyla kurduğu iletişim sanırım pek çok kişinin halen hafızasındadır. Oyuncunun şike için kendisine önerilen rüşveti almadan önce, “Bu parayı kabul etmemin dinen bir zararı var mı” diye din hocasına sorduğu, ondan da sakınca olmadığı yönünde yanıt aldığı açığa çıktığında olay gündemi epeyce meşgul etmişti. Bu ve benzeri durumlar münferit olup elbette ki din ahlakına dair genel durumu işaret etmemekte ancak bireylerin yasaklardan kaçış noktaları aramaları bağlamında etkili bir örnek olduğu söylenebilir.
Yasağı “yasak” yapan, onu tamamlayan elbette ki ceza ve korkudur. Aksi durumda yasaktan söz edilemez. Demokrasinin tam yerleşemediği toplumlarda, korku ne kadar çoğaltılırsa yönetmek o kadar kolaylaşır. Böyle toplumlarda insanlar işsizlikten, açlıktan, ölümden, öldürülmekten, evsizlikten, eşinden, babasından, satın alamamaktan ve daha pek çok şeyden korkar. Bu kadar korkuyla beş edemeyince her şeye razı gelir. İyi eğitimden, mutluluktan, insan onuruna uygun yaşamaktan v.b vazgeçer ve sahip olduklarını kaybetme korkusuyla şükür etmeye başlar. Tanrı’ya duyulan minneti, dile getirme ya da mutlu bir olaydan, yapılan bir iyilikten dolayı duyulan hoşnutluğu bildirme eylemi olan “şükür” de korku toplumlarına özgü biçimde bozulmaya uğrayarak bir anlamda korkunun kılık değiştirmiş hali olur.
            Dilimize pelesenk olmuş, tenimize sinmiş yasak kavramı üzerine konuşulacak çok şey var. Yasak olan şeyler zevk verir mi? Yasaklar çiğnenmek için midir? Her türlü yasak yasaklanmalı mı?  Yasaklar ne zaman sorun olmaya başlar? Korkularımızla nasıl başa çıkabiliriz? Nereye kadar özgürlük? Kitabı okuyunca eminim sizlerin de zihninde sorular oluşacak. Gültekin Emre’nin derlediği kitapta Adnan Özyalçıner, Ataol Behramoğlu, Sennur Sezer, İsmail Mert Başat, Eray Canberk, Hidayet Karakuş, Hüseyin Yurttaş, Zeynep Avcı, Sina Akyol, Zeynep Aliye, Tarık Günersel, Tuğrul Tanyol, Cüneyt Ayral, Nurhayat Bezgin, Adil İzci, Hayri K. Yetik, Buket Uzuner, Haydar Ergülen, Tamer Öncül, Betül Tarıman, Küçük İskender, Müge İplikçi, Gürgenç Korkmazel, Bâki Ayhan T. ve Gonca Özmen yazılarıyla yasaklar konusunu ele alıyor, akla gelebilecek pek çok soruya ışık tutuyor ve okura yeni sorular soruyor.


NAZIM HİKMET’TE CESARET ve KAÇIŞ

Yaşamı pahasına doğru bildiğini söylemekten korkmayan, politik düşünceleri nedeniyle vatanından kaçmak zorunda kalan, sevdiklerinden uzağa düşen yaralı bir şair Nazım Hikmet.


Şiirinde dediği gibi, 951’de genç bir arkadaşıyla yürüdü üstüne ölümün. O tarihten sonra ülkesine dönemedi. Anadolu’da köy mezarlığına gömülme arzusu da gerçekleşemedi. Bırakın sonsuz uykusunu yurdunda geçirmesini, Ankara eski Belediye Başkanlarından Vedat Dalokay’ın, anıtına koymak üzere Moskova’ya götürdüğü vatan toprağı bile sorun oldu. Nazım Hikmet acaba hayal edebilir miydi, bin dokuz yüz seksen dörtlere gelindiğinde, İstanbul’un en ünlü, en güzel yerlerinden biri olan Sevda Tepesi’nin, yani vatan toprağının bir parçasının Suudi Kral’a satılmış olabileceğini ya da Almanların, Rusların, Hollandalıların ve başka yabancıların ülkemizde mülk edinebileceklerini?
Gördüğü yanlışları çekinmeden söyleyebilen şair, yürekli olmanın bedelini hep ödedi. Hem ülkesinde hem de ikinci vatanı Sovyetler Birliği’nde. Büyük umutlarla, heyecanla gittiği ülkedeki uygulamalar hiç de hayal ettiği gibi değildi. O yıllar Stalin dönemiydi. Bürokrasi öylesine başını alıp gitmişti ki yöneticiler emekçilerden, halktan kopmuşlardı. Sosyalizmin teorisinde sorun yoktu ancak uygulamada hatalar vardı. Nazım Hikmet, gördüğü hataları eserlerinde işlemekte gecikmedi. Şiirleriyle, tiyatro oyunlarıyla, halkın ve yöneticilerin dikkatini çekmeye çalıştı. “İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?” işte bu amaçla yazılmış oyunlarından biri.
Oyundaki olaylar, sosyalizmin kurulmuş ya da temellerinin atılmış olduğu herhangi bir yerde geçmektedir. Burası Romen, Arnavutluk ya da Çin kasabalarından biri olabilir.
Oyunun başkişisi Petrof bürokrattır. İdeal yöneticidir. Herkes tarafından sevilir, halktan kopmamıştır, çalışkandır. Pek çok devlet görevlisi, halkın ihtiyacı olan belgeleri günlerce imzalamazken, o bulunduğu kasabanın en yetkili çalışanı olduğu halde her ortamda ve koşulda halkı memnun etmek için durmaksızın çalışır. Hiyerarşiden hoşlanmaz. Yanında çalışanlara dostça, arkadaşça davranır. Boş vakitlerinde onların işlerini üstlenecek kadar alçakgönüllüdür. Mesai saati dışında bile olsa gelen vatandaşı geri çevirmez.  

            İvan İvanoviç ise Petrof’u etkisi altına alarak, çevresiyle iletişimini kopartan, tembelliğe yöneltendir. Egosunu pohpohlar, onu kasıntı, halden anlamaz, “bugün git yarın gel”ci  bürokrata dönüştürür.
“KASKETLİ: (Petrof’a Konstantin Sereyeviç’i işaretle) Ne yapıyor farkında mısın?
PETROF: Dilekçeleri tasnif ediyor…
KASKETLİ: Okumadan…
PETROF: Sonra okuyacak…
KASKETLİ: Sıra ile birini kırmızı, öbürünü bak mavi, ötekini sarı boyalı kalemle işaretliyor. Bak…
PETROF: Görüyorum.
KASKETLİ: Kırmızı işaretlileri yarın okuyacak… Mavi işaretlileri incelensin diye geri gönderecek… Amma okumadan… Sarıları ise reddedecek yine okumadan…”

Petrof, artık halkın sorunlarıyla ilgilenmeyen duyarsız bir memur olmuştur. Halkla iletişimi öylesine kopmuştur ki otobüs, troleybüs, tramvay gibi toplu taşıma araçlarının halen çalışıp çalışmadığı bilgisinden dahi yoksundur.
Oyunun sonunda, Petrof’la İvan İvanoviç aynı insan olduğu anlaşılır. Petrof’un değişiminden önceki dönem, Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarına, yani devrimin yeni yapıldığı Lenin’li yıllara, değişiminden sonraki hali de Stalin dönemine işaret etmektedir.
Oyunun diğer önemli iki karakterinden “Kasketli”, işçi sınıfını, “Hasırşapkalı” ise işçi sınıfını küçümseyen kesimleri sembolize eder.
“KASKETLİ: (Seyircilere Hasırşapkalıyı işaretle) Bu ne biçim tanıştırma. (Seyircilere) Ben, işçisi, kolhozcusu, aydınıyla, halkım. (Hasırşapkalıyı göstererek) Bu da bana ‘basit halk’ diyendir.”
Epik teknikler kullanılarak yazılmış üç perdelik oyun, bin dokuz yüz elli beş yılında Moskova’da yazılmış. Türkçe ilk baskısı, şairin Sofya’da yayımlanan “Bütün Eserleri” serisinin altıncı cildinde yayımlanmış. Ülkemizde ise Kaynak Yayınları tarafından bin dokuz yüz seksen beş yılında ilk baskısı yapılmış.
Nazım Hikmet, oyunun sahneleneceği ilk gün Moskova’dan epeyce uzaktadır,
endişelidir. “Aklım fikrim satirde(*). Moskova Şehir Tiyatrosu’nda piyesim oynanacak. Prömiyerinde bulunamayacağım, Moskova’dan trenle dört günlük yoldayım, ama yüreğim hop hop atıyor. Tiyatro son dakikada piyesten bir şey çıkardı mı, çıkarmak zorunu duydu mu, piyese bir şey kattı mı, aman ters anlaşılmasın diye izahlarda filan bulundu mu tenkit yazısı çıkacak mı şöyle esaslı bir yerde, yoksa susulacak mı ve en önemlisi seyirciler nasıl karşıladı?”  
Endişelendiği kadar vardır. İlk gece polis tiyatroya baskın düzenler. Sahnede boydan boya asılı posterde yer alan adamlardan biri Stalin’e benzemektedir. Ayda yedi kez sahnelenmesi planlanan oyun repertuardan çıkartılır. Sovyetler Birliği o tarihten itibaren Nazım Hikmet için daha da tehlikeli hale gelir. Çünkü oyunun Stalin’i eleştirdiği iddia edilmiştir.
İkinci perdenin sonunda İvan İvanoviç, epik bir unsur olarak, Nazım Hikmet’e seslenir. Bu sahnede Nazım neden bu hicviyeyi yazdığını anlatır.
            “İVAN İVANOVİÇ: … Nazım Hikmet, Hikmet oğlu Nazım Ran… Cancazım… Biliyorum Sovyetler Birliği ikinci yurdunuzdur. Sovyet insanlarını seversiniz, sayarsınız… Eski partilisiniz. İyi güzel, amma Sovyetlerde geçen bir hikâyeyi anlatan ilk piyesiniz hicviye mi olmalıydı? Tipik Sovyet insanı Petrof mudur? Ben miyim? Niye Petrof’un itibarını kırmağa kalkışıyorsunuz? Ne diye bizimle uğraşıyorsunuz? Zaten işimiz gücümüz başımızdan aşkın… Rahat bırakın bizi… Hani ne de olsa yakışık ta almıyor… Ne de olsa misafirsiniz şurada… Sovyet halkının konukseverliğini kötüye kullanmak doğru mu? Sonra konuğun kusuruna bakılmaz amma, bir hadde kadar… Demek istediğim bu piyesi yazmaktan vazgeçin… Hem sizin için, hem bizim için, hem de bu oynamağa kalkışacak tiyatrolar için, eğer böylesi bulunursa, daha iyi… Yok ille de yazacaksanız sonunu tatlıya bağlayın.
NAZIMIN SESİ: Boşuna İvan İvanoviç. Benim de zayıf taraflarım tümenle, ama yakalayamadın onları. Senden doludizgin nefret ettiğim, Petrof’u doludizgin sevdiğim için yazacağım bu piyesi… Sovyetler Birliğinde konuksam; iyi konuk, hane sahibini sokmak isteyen yılan görürse başını ezer. Yok hane sahibiysem de iş değişmez. Ezeceğim başını senin… Sonu da senin istediğin gibi değil…
KASKETLİ: Benim istediğim gibi olacak… Hah hah hah! Kah kah kah.”

            Düşünceleri uğruna hayatını tehlikeye atmaktan kaçınmayan Nazım Hikmet’e karşılık, bir de çekingen Nazım Hikmet vardı.
            Kalp rahatsızlığı geçirip uzunca süre hastanede yattıktan sonra eve çıkan şair, doktoru Galina Gregoryevna Kolesnikova’yla aynı evde yaşamaya başladı. Galina, onun sadece doktoru değil, aynı zamanda sekreteri, tercümanı, rehberi kısacası her işini organize edeniydi ve çevresindeki pek çok kadın gibi Nazım’a âşıktı. Birlikte oldukları süre boyunca Galina onu dört kez hayata döndürdü. Yirmi dört yaşındaki genç bir kadına, Vera’ya âşık olmasıyla yedi yıllık beraberlik Nazım için bitti. Fakat bunu Galina’ya söyleyemedi. Gitmeye karar verdiği gece,  üstünde pijamaları, ayağında terlikleriyle, konukları Babayev’i geçirmek bahanesiyle evden çıktı, Babayev’in arabasına bindi ve kaçtı. Daha sonra Galina’ya “Canım, kızım, anam, yoldaşım, bacım Memet'im, Münevver'im, Galyam!  Bunu yapıyorsam başka bir şey yapamadığım içindir… diye başlayan mektubunu yolladı. Galina ise çok üzgün olmasına karşın, sevdiği adama ilaçlarıyla birlikte en kalın kazağını yolladı. Bununla da yetinmedi Nazım’ın oturduğu bölgede görev yapan doktor arkadaşını arayarak ona göz kulak olmasını istedi.
Yaşamını hiçe sayarak ideallerini savunan, bu uğurda ülkesinden, sevdiklerinden ayrı yaşamak zorunda kalan, konuk olduğu ülkede de sürgünü göze alarak sistemi eleştiren, “yılan”ı gösteren cesur Nazım Hikmet ve minicik bir kadına, başkasına âşık olduğunu söyleme cesaretini kendinde bulamayan bir başka Nazım Hikmet.

Yeni olanın vaat ettiği heyecan, bilinene duyulan güven, minnet…
Yüreğin mangal gibi olsa da kaçmak bazen kaçınılmazdır.


 (*) Moskova Satir Tiyatrosu

Kaynakça:
Nazım Hikmet /İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?  Piyes, 110 Sayfa,  Kaynak YayınlarıHece Nazım Hikmet Özel Sayısı -121/Şaban Sağlık - Oyun Yazarı Olarak Nazım Hikmet (S-361)Radikal Gazetesi – “Nâzım'ın yedi yıllık biricik aşkı” http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=5724

Yazan: Nalan Yılmaz

Dünya, Yetindiğimizden Çok Daha İyi Bir Yer Olabilir

GÖSTERİ PEYGAMBERİ

Gösteri Peygamberi, Chuck Palahniuk’un belki de en dikkat çeken romanı.  Kitaptaki tüm eleştiriler, yeryüzü cenneti kurmaya çalışan Creedish Mezhebi üyesi Tender Branson üzerinden anlatılır. Bugüne kadar kapitalist sistemi,  kurumlarını ve değer yargılarını eleştiren pek çok kitap yayımlandı. Sanırım hiçbirinin eleştiri yelpazesi bu kadar geniş değil.
           Yazar, alışılmış değerleri yıkmaya, kitabın bölüm sayılarını ve sayfa numaralarını büyükten küçüğe sıralayarak başlar.



Anlatıcının içinde bulunduğu uçak, tek motoru çalışır durumdadır, benzini bitmiştir. Okuduklarımız ise onun karakutuya yaptığı ses kaydıdır. Sayfaları çevirdikçe, uçak giderek irtifa kaybedecek gibi gelse de okura, gerçekte durum elbette öyle değildir. Ancak kitabın bu yapısı uçağın düşeceği kaygısını canlı tutar ve okuma süresince sona değil aslında başa gidilir.
Tender Branson, Creedish mezhebinin hayatta kalan son üyesi olarak medyanın ilgi odağıdır. Bu özelliği sebebiyle, her şeyi paraya çevirmeyi hedefleyen şirketler için, insandan ziyade ticari değeri yüksek bir nesnedir. Bir ilaç firması, reklamlarında kullanmak üzere onunla iletişime geçer. Böylece, Tender Branson her şeyin kurgulandığı gösteri dünyasına adımını atar. Gösterilerinde ayin cüppesi giyer, konuşmasına âmin diyerek başlar... “Sizler, ebedi hayat, sonsuz sevgi ve iyilik dolu bir evrende barışın çocuklarısınız, falan, filan. Barış sizinle olsun.” derken bir yandan da “Metin yazarları bu lafları nereden buluyor, bilmiyorum.”  (s-150) diye düşünür.

Anlatıcının, mezhebin yaşayan son üyesi olması, onun medya maymunu olmasına yeter de artar bile. Menajeri, onun imzasıyla hemen bir “Gündelik Dualar Kitabı” yazdırır, “Orgazmı Geciktirme Duası, Sigarayı Bırakma Duası, Ereksiyonu Sürdürme Duası, Havlayan Köpekleri Susturma Duası, Araba Alarmlarını Susturma Duası. Park Cezalarını Önleme Duası” (s-136) Hepsi de günümüzün sorunları.  Bu duaların olduğu bir kitap kaç bin basar tahmin bile edemiyorum.
Branson, bir misyoner olarak yetiştirilmiştir ve vakti gelince, diğer mezhep üyeleri gibi dış dünyaya çalışmaya gönderilir. Üyelerin yaşamları, kilise ve çalışmaktan ibarettir. Böylece bireyin başka bir şey düşünmesine, sorgulamasına olanak tanınmaz.  Din ve çalışma, iki temel öge. İnsan yığınları günahtan korkmalı, korktukları için ibadet etmeli, sistem için sürekli çalışmalı, kazandığını sistem için harcamalı. Ucuza çalışmalı, yetmeyen para için borçlanmalı, borcunu ödeyebilmek için daha çok çalışmalı, paraya taparak günah işlediği için daha çok ibadet etmeli. Bu döngüye kapılmaktan olsa gerek kahramanımız “Sorunum gerçekte her neyse, onun düzeltilmesini istemiyordum. İçimdeki küçük sırların hiçbiri su yüzüne çıkmak ve mitlerle, çocukluğumla veya kimyasal reaksiyonlarla açıklanmak istemiyordu. Geriye hiçbir şey kalmayacağından korkuyordum. Bu yüzden içimdeki gerçek kin ve korkular hiçbir zaman gün ışığına çıkmadı.” der sayfa 225’de.
Söz konusu edilgen, kişiliksizlik ve kimliksiz olma hali, bireylere verilen isimlerde kendini daha net gösterir. Doğan tüm kız çocuklarına Biddy adı verilir. İlk erkek çocuk hariç tüm erkek çocuklara da Tender adı verilir. İlk erkek çocukların adı ise hep Adam olur. Bireylerin kurgulanmış aynılığı, giderek insanları böcekler ya da koyunlar gibi yapacaktır: “Hepimiz aynı televizyon programlarını izliyoruz, diyor dudak. Radyoda aynı şeyleri duyuyoruz, birbirimize aynı şeyleri söylüyoruz. Hayatın hiç sürprizi kalmadı. Hep aynı şeyler olup duruyor. Tekrarlar... / Çok yakında aynı anda aynı şeyleri düşünmeye başlayacağız. Mükemmel bir uyum içinde olacağız. Senkronize. Birleşmiş. Eşit. Kati. Karıncalar gibi. Böcekler gibi. Koyunlar gibi.” (s-120).

Kitapta, “Çok yakında aynı anda aynı şeyleri düşünmeye başlayacağız.” Denmiş olsa da baskının, adaletsizliğin hüküm sürdüğü günümüzde, medya aracılığıyla kitlelere aynı şeyleri düşündürme çalışmalarının başlatılmadığını kim garanti edebilir. Yazarın, “Hep aynı şeyler oluyor… tekrarlar…” cümlesiyle, Andrew Niccol’un yazdığı, Peter Weir'ın yönettiği 1998 yapımı The Truman Show’a gönderme yapıp yapmadığı bilinmez ancak yazdıklarının, aklıma bu filmi getirmiş olması amacına ulaştığını gösterir. Peki, bunca kıstırılmayla bunalmış birey kurtuluşu arar mı? “İnsanlar hayatlarının kurtulmasını istemiyorlar. Hiç kimse sorunlarının çözülmesini istemiyor. Dramlarının. Önemsiz meselelerinin. Hikâyelerinin çözümlenmesini, pisliklerinin temizlenmesini istemiyorlar. Çünkü geriye ne kalacağını biliyorlar. Büyük ve korkunç bir bilinmeyen.” (s-305).  Görüldüğü gibi yerine koyacak bir şeyi olmayanlar yüklerinden kurtulmak istemiyor.
Dünyamızda özgürlük arayışları azalacağına giderek artıyor. Günümüz insanı, daha fazlasının peşinde koşarken elindekini de kaybetme tehlikesinde. Örneğin, gösteri hakkı elinden alınan ya da kullanmasına izin verilmeyen toplumlar, özgürlüklerini,  kendilerini hiç de yalnız hissetmedikleri sanal âlemde ilan etmekte. Kitapta, ne yapması ya da yapmaması gerektiği, sürekli başkaları tarafından belirlenen ve özgür olamayan bireyin, konuya ilişkin düşünceleri ise şöyle verilir: “Gerçek şu ki her zaman bana ne yapmam gerektiğini söyleyen biri oldu hayatımda. Kilise. İşverenlerim. Ve yalnız kalmaya dayanamıyorum. Özgür olma fikrini kaldıramıyorum.” (s-176).
Kitabın değindiği can alıcı noktalardan biri de medya. Bir insanı aziz yapan en önemli faktör, medyada ne kadar yer aldığıdır.der menajer sayfa 166’da. Günümüzde medyanın dünya üzerindeki gücünü inkâr etmek olası değil. Tüm iktidar sahiplerinin ve sermaye sahiplerinin medya hırsları düşünülecek olursa, bu gücün sınırları ya da sınırsızlığı daha net anlaşılabilir. Anlatıcıya göre “Kurtuluşun sırrı ne kadar dikkat çekebildiğinizde yatıyor… İzleyici oranınızda. Medyanın sizinle ne kadar ilgilendiğinde…” (s-165). Reyting konusu İsa’ya kadar uzanır, okura, din ve Mesih kavramlarına farklı açılardan bakma olanağı sağlar. Dindeki şekilcilik ise yine İsa üzerinden ele alınır, “Çarmıha gerilme sırasında izleyici sayısı düşük olsaydı, olayı başka zamana erteler miydi… İsa’nın neredeyse çıplak olmadığı bir haç görmedim. Hiç şişko bir İsa görmedim… İsa, belinden yukarısı çıplak olarak bir kot markası veya erkek parfümü için modellik yapacak görünüşte.” (s-164). Birkaç cümle ile çok büyük ve yerleşik kurumları sorgulatmak, öğrenilmiş bilgi kalıplarımızı sarsmak! Palahniuk bu konuda çok başarılı.
Sayfası 312’de, “… beni duyabilecek misiniz bilmiyorum. Ama duyabiliyorsanız dinleyin. Ve eğer dinliyorsanız bulduğunuz, yolunda gitmeyen her şeyin hikâyesidir.” diyen Branson’ın anlattıklarında, yolunda gitmeyen ne çok şey olduğunu gören bireyin, kendisi için üzülmemesine olanak var mıdır? Oysa “Dünya yetindiğimizden çok daha iyi bir yer olabilir.” (s-283).

Chuck Palahniuk
Gösteri Peygamberi
Ayrıntı Yayınları

312 Sayfa

Kurşun Kalem Edebiyat Dergisi / Temmuz Ağustos Eylül 2016 / Sayı 41

Yazan: Nalan Yılmaz

Toplu Oyunlar - Gül N. Yuyucu Yıldırım

Gül N. Yuyucu Yıldırım’ın “Sonunu Sen Yaz”, “Ambar”, “Ses” isimli oyunlarını içeren “Toplu Oyunlar” adlı kitabı Truva Yayınları’ndan çıktı.
Yazar kitaptaki üç oyunu da seyircinin ilgisini çekecek düzeyde merak unsurlarıyla donatmayı başarmış.  Bunu yaparken kullanılan heyecan unsurlarının, olay örgüsünün ana ögeleri olmalarına dikkat edilmiş, içi boş heyecanlardan kaçınılmış.

Sonunu Sen Yaz isimli oyun, sevgi, aşk, aile bağları, kimsesizlik, terk etme/edilme ve pişmanlık gibi konuları ele alan, merak ögeleri yüksek, diyalogları sağlam bir metin.
                Çocuk sahibi olduğunu altı yıl sonra öğrenen bir baba, çocuğunu yuvaya terk eden bir anne ve bu koşullarda kimsesiz büyümüş bir genç kız (Güliz).
Eserde, kızının karşısına yıllar sonra da olsa çıkma cesaretini gösteremeyen babanın pişmanlıkları, çektiği acıları ve kızına kurmaya çalıştığı hayat, yarım kalmış bir senaryonun etrafında işlenir.  Güliz her gün arkadaşlarıyla senaristin evine giderek senaryonun tamamlanmasını beklerken karşısına çıkacak sürprizden habersizdir. Sahneler ilerledikçe senaryo ile gerçekler iç içe geçer, gerçekte kurgu olan senaryo mudur yoksa yaşanan hayat mıdır sorusu zihinlere yerleşir.
Yazar, kurmacayla gerçek yaşam öykülerini etkili biçimde iç içe geçirirken, terk edilme ve onun karşısındaki pişmanlık duygusunu da derinlemesine ele alır. Senaryonun kafalarda oluşturduğu sorular, dolayısıyla seyircinin merakı,  Güliz’in gerçekleri çözmesine kadar sürer. Senaryonun nasıl sonlanacağının anahtarı ise Güliz’in elindedir. Yani senarist, oyunun sonunu yazmayı Güliz’e bırakır. Bu bir anlamda sevdiklerimizin kaderlerinin, kısmen elimizde olduğunun başka yoldan anlatımıdır. İşte bu noktada “af” kavramı ön plana çıkar. Çünkü sonu belirleyecek olan bu kavramdır.
Seyirci, oyun bittiğinde, insan ruhu üzerinde affetmenin onarıcı ya da affetmemenin yıkıcı etkisi üzerinde düşünürken bulur kendini.
               
Ambar isimli oyunda yazar, dört işçi üzerinden, kara mizah ögeleriyle ağırlıklı olarak iktidar kavramını irdeler.
Dört kişinin çalıştığı küçük işletmede, işçiler düzenli çalışmalarını sürdürürlerken nasıl olur da yaşamları karabasana dönüşür ve sonunda birbirlerinden şüphe eder noktaya gelebilirler. Yazar, aralarında hiyerarşik yapı olmayan işçilerin dünyasına yönetici kavramını sokarak seyircinin iktidar ve ego kavramları üzerinde düşünmesini sağlar.
Oyunda, işçilerden egosu yüksek olan biri, kendini yöneticiliğe uygun görür ve arkadaşlarını bu yönde ikna eder. İşte bundan sonra işletmedeki huzur ve düzen bozulur. Kendini yönetici ilan eden kişi daha az çalışmaya başlar, diğer üç kişinin iş yükü artar. Yönetici olan kişinin kendi ücretini artırmasıyla kazançları da yüzde kırk oranında azalır.

Çalışma yaşamının rutin yapısı, buğday torbalarının bir köşeden diğerine, oradan da tekrar eski yerine taşınmasıyla verilir oyunda. Bir diğer etkili anlatım da oyunun efektidir. Her sahneye eşlik eden saat tik taklarının birden fazla işlevi vardır.  Çalışanların sese uyumu, çalışma yaşamındaki mekanikleşmeyi temsil ettiği gibi işçi ve işveren için de kazancın ya da duruma göre kaybın habercisidir. Nitekim dokuzuncu sahnede, çuvallardan birinin yere düşmesiyle saatin tik takları da durur.
Hepimiz zaman zaman yeniliklere karşı durmuş, değişimleri benimsemekte zorlanmışızdır. Hemen her iş yerinde çalışanların ya da yönetimin zaman zaman yeniliklere karşı çıktığı bilinen gerçek. Oyun, bu karşı çıkışların yanı sıra iş yapış şekillerini de irdeler ve sorgular.    
Hangi alanda olursa olsun iktidarın kötü amaçlı kişilerin elinde olması her zaman büyük sorunları da beraberinde getirmiştir. Örneğin halkın oylarıyla seçimi kazanan kişinin, zaman içinde faşizan uygulamalara yönelmesi ve diktatörlüğe heveslenmesi toplum içinde yarılmalara, kutuplaşmalara neden olabilir. İşte yazar, yönetimi ele geçiren kişi üzerinden bu konuya da değinir. Gerçek hayatta bir diktatörün demokratik yollarla devrilmesi nasıl olası değilse oyunumuzda da yöneticiyi devirmek ancak cebir yoluyla olur. Yönetici olan kişi diğer üç kişi tarafından ansızın alaşağı edilir.
İlerleyen sahnelerde, seyirci bir de büyük ambarla ve onun yöneticileriyle karşılaşır. İşte o noktada, yazarın başarılı kurgusu ve anlatımıyla izlediklerinizi işletme boyutundan çıkartıp devletler düzeyine de getirebilirsiniz.

Yazar son oyun Ses’de, yaşama dair pek çok hayalleri olan genç bir kadının, çılgınca bir deneye kurban olmamak ve yaşamak için direnmesini konu alırken paralelde hastalıklı, saplantılı düşüncelere sahip ruh halini ve kader gibi kavramları da işler. Bilimkurgu ögelerini de barındıran oyun, ölüm anında organların çıkaracağı varsayılan “muhtemel” ses üzerine kurulmuştur.
Yazılım uzmanı olan Kaan, tarihe geçme uğruna bir insanın yaşamını tehlikeye atacak deneysel çalışmalar yaparken öte yandan kendi iç hesaplaşmalarıyla boğuşur. Ancak yine de Nobel alma düşüyle çılgın projesini uygulamaktan kendini alamaz.  

Denek olan Gülhan ise oyun boyunca yaşam ve ölüm arasında gidip gelir. Duruma farklı konulardan yaklaşarak Kaan’ı vaz geçirmeye çalışır. “Bak ben bir insanım. Birileri için önemli bir insan… Nefes alıp veriyorum… Beni öldüremezsin. O kadar çok planım var ki gelecek için… Annem her hafta diyalize giriyor. Bensiz yapamaz…” Kendisinin vazgeçilmezliği ya da vaz geçemeyeceği insanları düşünmek elbette ki ölümün soğuk yüzünü hisseden pek çok kişinin aklına getireceği ilk şeyler.

Gül N. Yuyucu Yıldırım, Toplu Oyunlar kitabındaki oyunlarını yazarken tempoyu düşürmemeye özen gösterir. Yer yer fantastik ögeler kullanarak olay örgülerini ustaca kurgular. Yarattığı canlı karakterlerle insan olmanın zayıflıklarına değinerek yaşamımıza ayna tutar.

Gül N. Yuyucu Yıldırım
Toplu Oyunlar
Truva Yayınları  2016
158 sayfa


Yazan: Nalan Yılmaz






KURT


Kutsal metinlerin, bankaların, kasaların, internet sitelerinin, bina girişlerinin, telefonların, televizyonların, bilgisayarların şifresi olduğuna göre insanların şifresi neden olmasın?  Örneğin benim şifremi, bilen tüm kapılarımı açamaz mı?  Şarkı, şekerleme,  değerli taş,  para, esrar, silah, paraşüt ya da ayarsız bir şiir… şifremin ne olduğu tüm ilişkilerimi belirlemez mi?  Lambaya püf de… Şifresi paraşüt olanla petrol olan bir olur mu?

Trenin dumanı tepesinde.  Parçalamak, yakıp yıkmak istercesine ilerliyor. Her engelde yeniden doğuyor. Kendine yeni tüneller açıyor.  Köprü yapıp üstünden geçiyor.  Hayvanlara bitkilere değil ama bağrında taşıdığı insana öfkeli. Zorunlu rotadan bıkkın.  İstediklerini yapamadıkça öfkelenip daha da dumanlı küfürler savuruyor.  Boynumu uzatıp yatıyorum raylara. Kim bilir şifrem belki bu raylardır. Tren gelir hoş gelir…

Boyunlarına taktıkları beşi bir yerdelerle beş vakti kendilerine şifre yapanlar, beş odalı evlerde beşerli sekse yumulanlar, beşgen yapılarda beş beş para sayanlar…  Onların da şifresi “penc”midir? Ki pençe de bu kelimeden türememiş midir?




Sen gittiğinde incecik bir ses duydum.  Kırt, kırt, kırt… Ses çok yakınımdaydı, soluğu yüzüme vuruyordu. Oturduğum koltuğun altından gelir gibiydi. Hemen koltuğu ters çevirdim. Durup kulak kesildim. Sustu. Sonra yine başladı. Bu kez perdeden gelir gibiydi. Hepsini indirdim kornişten, yığdım odanın ortasına.  Başladım dikişlerini sökmeye.

Raylar orta doğudan vagonlar dolusu insan taşıyor. İçlerinde serin sulara gömülecekler var.  Dayanıksız şişme botlara, kısa zamanda bozulacak motorlara elli kişi yerine yüz kişi binecekler. Patlak can yelekleri de cabası. Doğudan batıya, savaş dünyasından umut dünyasına yolculuk. Burada şifre, kafa başına “iki bin dolar”. Ölüme beş var. Azrail, ıssız bir kıyıda, simsar bir puştun gözlerinden bakıyor dünyaya.

Kemirme sesi devam ediyor. Nereden geldiğini hala bulamadım. Her cismi bölmeye, kesmeye, parçalamaya koyuldum. Sıra radyoya geldiğinde, kaldırıp camdan dışarı attım. Zaten ölü sayısından başka bir şey vermiyordu.  Ses parkelerden geliyor olabilir miydi?  Tek tek onları da söktüm. Boşuna. Yorgunluktan yere yığıldım. Kendimi dinlemeye başladım. O anda anladım ki ses artık dışımda değil, içimdeydi. Beni kemirmeye başlamıştı.  Suçluluk duygusu gibi.

Vicdan denen arsız yapışmaya görsün adamın yakasına. Anası, babası olmayan çocuklara ücretsiz verdiğim dersler beni kurtarmaz mı dedim.  İçimdeki kurt dudak büküp onlar sayılmaz dedi. Yerlerde sürünen yaralılar vardı, onlara yardım ettim dedim, güldü.

Aynada kendime baktım. Gözlerimin çevresi morarmıştı. Yüzüm bembeyazdı.  Dünya kan içindeydi. Televizyondan bir alkış koptu. Bir erkekle kadın daha evlenmeye razı edildi.  

Kurt içimi kemirmeye devam ederken şifremi sordu. Bilemedim. Işıklı bir prizma yardımcı olabilirdi. Peşine takıldım. Yoksul bir mahalleyi gösterdi bana. Ders verdiğim çocuklar çevremde. Zorluyorum zihnimi, şifrem sevgi mi?

Prizma bu kez saraya benzer bir yapı gösterdi. Çevresinde dans eden yüzlerce soytarıdan biri “korku”yu fısıldadı kulağıma, kahkahayla gülerek. Sabahsız geceler işte o zaman başladı.

Dudaklarım çatlak, kalbim kırıktı. Korkudan ödüm patlıyordu ve ben hala şifremin ne olduğunu bulamamıştım. Hayatım hızla gözümün önünden geçti. Korku yanına şüpheyi de çekti.

Anladım ki ben artık iflah olmam.
            İnsanın içine, kurt bir kere düşmeye görsün.          


Yazan: Nalan Yılmaz  

8500 - İzmir'den Düş Yolculukları-1

İzmir Bornova’da, Yeşilova Höyüğü Ziyaretçi Merkezi, Kasım 2013’de açıldı. Bu haber acaba kaçımızın dikkatini çekti, ilgilendik, kazı merkezini ziyaret ettik ya da hakkında bilgi sahibi olmaya çalıştık.


Tarihi öğrenmek, geçmişle bugün arasında bir köprü kurarak günümüzü doğru anlamlandırmayı kolaylaştıracağı gibi kültürel mirasların da benimsenip korunmasında büyük etken. Toplumsal, kültürel bilincin oluşturulması ve kültür varlıklarının korunması için devletler, üniversiteler, pek çok kurum ve kuruluşlar büyük projelere imza atarak önemli görevler üstlenmekte.  Yapılabilecekler elbette bununla sınırlı değil. Sanat ve edebiyat, bu konuda varlık gösterebilecek diğer etkin alanlar. İşte Osman Akbaşak’ın Bey-Kar Yayınları’ndan yayımlanmış romanı “8500” böyle bir sahiplenme ve koruma bilinciyle kaleme alınmış. Yazar, İzmir, Yeşilova Höyüğü’nün sekiz bin beş yüz yıl öncesini romanına konu ederek heyecanlı, fantastik bir kurguyla okurunu Neolitik Çağ’a yaygın adıyla Cilalı Taş Devri’ne götürmekte.

İki bin otuz beş yılında başlayan roman, okurun zaman-mekân algısını,  değiştirerek ona elindeki kitabın farklı olduğunun ipucunu başlangıçta verir. Okuma serüvenine, gelecek zamandan başlayan okur, içinde bulunduğu toplumun ögelerinden uzaklaşır, bir anlamda ona yabancılaşır ve tüm uygarlıklara eşit mesafeden bakmaya hazır hale gelir. Roman günümüzde başlasaydı, elbette kitap içeriğinden bir şey kaybetmeyecekti ancak zamana karşı yarışan, kaygılarıyla, stresleriyle başa çıkmakta zorlanan, yaşadığı dünyaya uzaktan bakma yetisine pek de sahip olamayan günümüz insanını, içinde bulunduğu zaman diliminden çıkartıp gelecek zamana götürmek onu kitaba hazırlamak bakımından oldukça doğru bir yaklaşım.
Kitabın kapağındaki “Arkeopark İzmir’den Düş Yolcuları-1” yazısı, devamı olacak bir kitap olduğu bilgisini veriyor okura.  Uygarlığın, bir bölgedeki tüm toplulukların katkısıyla oluştuğunu düşünecek olursak binlerce yıl öncesini resmeden kapak resmi, kitabı henüz okumaya başlamamış okuru tarih kavramı üzerinde düşünmeye sevk ediyor denebilir.
 Edebi eserlerde sıklıkla bireyler ya da toplumların belli bir dönemi ele alınır. Yazarlar, bireyden topluma ya da toplumdan bireye yelpaze açarak eserini inşa eder. Birey-toplum birlikteliğine uygarlıklar düzeyinden bakmak da başka bir seçenektir ve yüzlerce yıl sonraya kalacak olan da aslında uygarlıklardır. “8500” adlı roman işte bu yönüyle farklı bir kitap. Bizi çok eski dönemlere götürerek üzerinde yaşadığımız gezegeni ve koşulları daha iyi anlamamızı sağlıyor.
Osman Akbaşak yaşadığı şehre önem veren, onun sosyokültürel yapısına katkıda bulunmayı adeta görev gibi üstlenen biri.  “Kentimin az bilinen zamanlarını anlatan romanlar yazmaya devam edeceğim” diyen yazarın kentiyle duygusal bağı bununla da sınırlı kalmıyor. Danışan olarak bilgilerinden faydalandığı bilim insanları Yeşilova Höyüğü Kazı Başkanı EÜ Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Zafer Derin, Paleanteolog Dr. Serdar Mayda, Smyrna Antik Kenti Kazı Başkanı Yard. Doç. Dr. Akın Ersoy ve kent gözlemcisi, tarihçisi Orhan Beşikçi, yazarın değerbilir yaklaşımıyla özgün kimlikleriyle yer alır kitapta.
Kortijoyu, jütü, çuçanayı, godyayı, Çavez’in günümüzde neresi olduğunu, İzmir’deki Fil Mezarlığı’nı ve geçmişe ait daha pek çok şeyi öğrenebileceğiniz ya da anımsayabileceğiniz kitabın en önemli özelliklerinden biri de okurda çevre bilincini tetiklemesi. Tarihsel ögelerin ağır bastığı eserde doğa sevgisi büyük bir tutkuyla işlenmiş. Anadolu Parsı, kirlenmemiş sular, coşkun ormanlar öylesine canlı ve keyifle anlatılıyor ki insan ister istemez içinde yaşadığımız yılları eski dönemlerle kıyaslıyor  ve gelecek kaygısına düşüyor. 
Akıcı bir dille yazılmış, merak ögelerinin ustaca kullanıldığı romanı okuduktan sonra hiç gitmemiş olanların Agora’yı, Kadifekale’yi ve İzmir’e ait daha pek çok yeri görmek isteyeceklerini düşünüyorum.
Editör, yazar Bahri Karaduman arka kapak yazısında, kitap için; “Geçmiş, tarih kitaplarından değil, roman türü edebi kitaplardan öğrenilir tezinin güzel örneklerinden…”  diye yazmış. Gerçekten de Osman Akbaşak bu tezi boşa çıkartmamış. Detaylı araştırmalarını, fantastik kurgu eşliğinde edebiyatın büyülü atmosferine taşımış ve serinin ilk kitabını okuruna ulaştırmış.
Çevre katliamları, buzulların erimeye başlaması, nükleer santraller, siyasi çekişmeler, savaşlar,..  Bu ve benzeri açmazlardan bunalan, içinde yaşadığı çağı sorgulayan, alternatif çıkış yolları arayan günümüz insanına sanırım en çok “8500” gibi geçmişi anlatan ve günümüze göndermeler yapan romanlar ışık tutacaktır. 

M. Osman Akbaşak
8500  / Arkeopark İzmir’den Düş Yolcuları-1
Bey-Kar Yayınları - 2016
Roman

204 Sayfa

FARKLI BİR DİL, FARKLI BİR ANLATIM

GİTME DE KONUŞALIM

Okur ve yazar basılı bir metinde buluşurlar ve yoldaşlıkları kitap boyunca sürer. Yazar, imgelerini belki de şaşırtmacalarını bir bir okurun karşısına çıkartacak okur da yazarın yazdıklarını anlama, anlamlandırma eylemine girişecek ve bu karşılıklı etkileşimle okuma denen eylem ortaya çıkacak. Dolayısıyla bir kitabı okuma, yazarla aynı düzlemde buluşma, sanıldığı kadar kolay değildir ancak başarıldığı takdirde çok keyiflidir.

“Gitme De Konuşalım” türü anlatı olan bir kitap. Azime Akbaş Yazıcı’nın “NefesTen” ve “Denizler Geçti Gökyüzümden” adlı kitaplarının ardından yayımlanan üçüncü kitabı ve kapak resmi de kendisine ait. Bilindiği gibi anlatı, kurgusal olan ya da olmayan her tür metni içerir. Nezih-Er Yayınları tarafından basılan kitap, vurucu, derinlikli metinlerden oluşuyor. Bu metinler oldukça kısa fakat okurun anlamlandırma süresi metinlerin kısalığıyla ters orantılı. Bu ters orantı, metinleri anlamak zor olarak algılanmamalı aksine yazar son derece akılcı ve etkileyici yöntemlerle ve edebi tatla sizi anlatısına bağlamayı başarıyor. Estetik kaygının öncelenmiş ve popülerlik tuzağına düşülmemiş olması da kitabın diğer önemli özellikleri.
Azime Akbaş Yazıcı’nın eserlerinden bahsederken kurduğu dile değinmeden olmaz. Yazar, cümlelerin yapısını önce bozuyor sonra onları kendince yeniden düzenliyor ve böylece kendi dilini ve anlatısının atmosferini kuruyor. Bir yazarın kendine ait dil kurması, çok emek isteyen bir uğraş olmakla birlikte o bunu başarıyor. Üstelik kendini sürekli geliştirerek. Her yeni kitapla dilini sadeleştirerek. Tarihsel sırada kitapları okunduğu takdirde, kaleminin uzun cümlelerden kısa cümlelere evrilmiş olduğunu kolaylıkla görebiliriz.
İmge kullanımı, anlatım zenginliğinin yanında yazara kendi labirentini kurma ve okuru oraya çekme olanağı da sunmakta.  Yazar olarak beklentisi ise okurun o kelimelerle yolunu bulması ve onun iç dünyasını anlaması.  “Haksız yere çamur deli ediyor suyunu serçelerin. Uçup gitmeleri öldürmek için.” (s-8).
Bilindiği gibi dünyada yazılmamış konu, duygu yok. Bir edebi metinde ne yazıldığı elbette ki önemli ancak edebi değeri göz ardı etmeden, yazmanın farklı biçemlerini bulmak, geliştirmek de günümüzde çok kafa yorulan konularından biri.  İşte Azime Akbaş Yazıcı bu sorumluluğu üstlenmiş, nasıl yazılması gerektiğine kafa yoran ve fark yaratmayı başaran yazarlarımızdan.
Kedilere, çocuklara olan sevgisi, ressamlığı, sorgulayıcı düşünce yapısı onu tarifleyen ögeler. Kimi metinlerinde kâğıdı adeta bir tuval gibi kullanmış. Külrengi, ateşrengi, mor, sarı, pembe, siyah, mavi, kırmızı, beyaz, yeşil sıklıkla kullandığı renkler. Umudun rengi mavi, tam on dokuz kez kullanılmış. Her ne kadar yazar hüznü, acıları ele alıyor olsa da bu kadar çok mavi kullanımında, umudunu yitirmediğini ve bunu okura da aşılamaya çalıştığını düşünebiliriz. “Hadi çık gel çocuk. Kedini de getir olmaz mı! /Avuçlarında bir mavi geçmişle çık gel… / Geniş zamanlardan çık gel. Bir koku, eşsiz… yetmiyor. Sedef gözlü panzehirim ol yine gel. / Ama gel.” (s-68) Maviler çeşit çeşit, kılıktan kılığa girmiş. Bakmışsınız sabah olmuş, gençlik olmuş, duygu olmuş, yeri gelmiş susmuş sessiz olmuş.
Kediler de yirmi dört kez tekrar edilmiş kitap boyunca. Onlar da çeşit çeşit. Şiire düşen sır dilli kediler… Işıksız gecelerdeki kedi huzuru...  kirpiklerine şarkı iliştirilmiş kediler,,, ya da bir kediyle çoğul olmak…
Yazar, çok kısa metinlerle zihinlerde büyük açılımlar yapıyor. O nedenle kitap yer yer öykü tadında.
Çıplak bir gecenin tavan arası valiziydik, ağırdık.” (s-39),
“Hadi, kalk… Kendimize gidelim.” (s-41),
Yarım kediler prensim ol. Yarım söyle… gerisini anlar denizler. Söylemek istediklerin lirik bir şiir yarısı… Gözünü boya aşkların, seviş kıyısında bahçelerin. Yarım. / Ah! Yarım elmam benim. Bu havada tam olsak ne fayda. / Bir yara… / O da yarım. Gel tamamla.” (s-42),
Dağılmış bir çocuk daha ekledi cennetine kalbim. / Dokun ona. Bir tanesiydi bütün çocuklar gibi annesinin. Sancısı eskiler bilir. Bir de inceden, mavimsi çığlığıyla o periler. /  Gittiler…” (s-24)
Günümüzde yaşanan acıları, savaşları, ölümleri, nefretleri ve benzeri duyguları bağırmadan usul usul, sezdirme yöntemiyle söylüyor Azime Akbaş Yazıcı. Kitaptaki bazı satırlar,  sizi bir yıl önceye ya da otuz yıl önceye götürürken bazıları da bir anda yerelden uzaklaştırıp dünyanın benzer acılarını çeken başka topraklarına götürebiliyor. “Çıplak ve yalan bahçenize yazık. Oyun hakkını elinden aldığınız çocuğa yazık. Bu yüzden gün sayıyor aşklarınız. / Bir kafiye uzaklığında çekiliyor Tanrı, zifir gölgenizden. Siz bir nehirden geçerken öldünüz. Yalan ve talandınız. Aldandınız…” (s-11)

İçinde yaşadığımız dünya ne yazık ki sırtlanlarla dolu ve yazar da sayfa 13’de buna değinerek, Hiçbir esarete düşmeden sırtlan sürülerinden geçirmiştin cümlelerini. diyor. İşte tıpkı bu cümlede yazdığı gibi o da tüm duygularını, cümlelerine yükleyip sırtlan sürülerinden geçiriyor ve bu noktada, edebiyatın ne kadar güçlü bir araç olduğunu, bizlere bir kez daha gösteriyor. Edebiyat da zaten sırtlanlarla mücadele edenlerin kalemiyle gelişiyor, değişiyor, çağa ayak uydurmuyor mu?
Son satırlar da yazardan olsun:

 “Gitme de konuşalım çocuk. Güzellikleri, yağmurlu geceleri, aşkı ve inadı. İnancı konuşalım.”

BUCA EĞİTİM'DE BİR GÜN

6 Mayıs 2016 benim için çok heyecanlı güzel bir gündü. Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Türkça 1-A Sınıfının konuğuydum o gün. Sevgili Devrim Sıla Kara, beni sınıflarına yaklaşık bir ay kadar önce davet etmişti ve ben o günden beri 6 Mayıs’ı iple çekiyordum.



Kampüse ulaştığımda beni güler yüzlü üç güzel insan, Devrim Sıla Kara, Laleş Güçlü, Furkan Su ve Kemal Köylü karşıladılar. Kafede çaylarımızı içip biraz sohbet ettikten sonra sınıfa geçtik. O kadar çeşitli ve güzel sorular hazırlamışlardı ki kendimi, düşüncelerimi anlatmakta hiç zorlanmadım. İnsanın karşısında son derece dinamik ve ilgili gençler de olunca siz tahmin edin keyfimi.
Sosyal yaşama, edebiyata, yazmaya ve öyküye dair pek çok soru sordular. Ben hızımı alamamış olacağım ki soruların tamamı sorulamadan seksen dakika su gibi aktı geçti. Yine de süreye takılmayın isterseniz devam edebilirsiniz diyerek de nezaketlerini gösterdiler.
Tahtaya, kitabımdan alınmış bir cümlenin yazılmış olduğunu fotoğraflardan gördüm :))

Söyleşi bittiğinde bana “Geleceğin öğretmenleri olan bizlerden neler bekliyorsunuz?” sorusunu sordular ki aramızda anlaşsak bu kadar denk düşemezdi bu soru. Evet, tüm edebiyat öğretmeni adaylarından ve görevdeki öğretmenlerimizden çok önemli bir talebim vardı. Böylece onlara da bunu söyleme olanağı bulmuş oldum. Onlardan, öğrencilerine dil bilgisi kurallarını çok iyi öğretmelerini rica ettim. Ne yazık ki ülkemizde en büyük yayınevleri bile bu konuda yeterli hassasiyette değiller. Ben onların gözlerinde iyiyi, güzeli öğretme isteği gördüm, umarım öğrencileri de en az onlar kadar istekli olur.

O günün güzel yanlarından biri de geleneksel Aşure Günü olmasıydı. Hele de benim gibi aşureyi çok seven biri için. Canlı müzik dinletilerinin eşliğinde afiyetle aşurelerimizi de yedikten sonra ayrılma vakti geldi ve ister istemez ayrıldım.

Bana bu güzel, anlamlı günü yaşatan, Öğretim Görevlisi Sayın Feyyaz Sağlam’a, 1-A sınıfı öğrencilerine, projede görev alan Laleş Güçlü, Hilal Pehlivan, Sümeyye Özcan, Selma Darcan, Kemal Köylü, Kerem Arslan, Şule İnce, Nisa Arslan, Pervin Çiçek, Furkan Su, Doruk Çetiner, Gizem Işıldar'a çok teşekkür ederim ve tabi özel bir teşekkür de Devrim Sıla Kara’ya.

Hepsiyle tekrar görüşebilmek dileğiyle...





Öyküye Bir De Yakın'dan Bakın

14 Şubat Dünya Öykü Günü’nde Öyküye bir de Yakın’dan baktık.  Gençlerle orada buluştuk. Açık söyleyeyim bu kadar keyifli bir 14 Şubat yaşamamıştım.

Yakın Kitabevi’nde düzenlenen “Edebiyat Hayata Ne Katar?” konulu etkinlik, yazar Handan Gökçek'in moderatörlüğünde yapıldı. Toplandığımız salon fazlasıyla kalabalıktı.  Edebiyatın özellikle öykünün kıymetinin büyük kitlelerce pek de bilinmediği ülkemizde gençlerin ilgisi görülmeye değerdi ve gelecek için büyük umutlar verdi bana. Benim de konuk yazar olarak çağrılı olduğum etkinliğe Buca Anadolu Lisesi, Cihat Kora Anadolu Lisesi, İzmir Türk Koleji, Buca 85. Yıl Anadolu Lisesi, Atatürk Lisesi öğrencilerinin yanı sıra yazar Nursel Çetin, eğitimci-yazar Nevzat Süer Sezgin, yazar Eşref Karadağ katıldılar.


Dünya öykü günü için bir tarih belirlenmezden önce Ankara’da her yılın 14 Şubat’ında Öykü Günü kutlaması yapılırdı. Özcan Karabulut 2002 yılında bu uygulamanın dünyaya yayılması fikrini paylaştı ve önerisi Uluslararası Pen Örgütü’ne iletildi. Ertesi yıl yani  2003’de Dünya Öykü Günü kutlanmaya başlandı. Handan Gökçek açılış konuşmasına, Özcan Karabulut’un bu mücadele sürecini anlatarak başladı. 

Handan Gökçek'in konuşmasından bir bölüm


Ardından yazarlara ve sırasıyla gençlere “Edebiyat Hayata Ne Katar?” soru soruldu. Bu soruya ilişkin şunlara değindim:
 “Edebi metinler okurla yazarın karşılaştıkları materyallerdir. Yazar kendince bir şeyler yazmış ve kitabını okura teslim etmiştir ve okurdan beklentileri vardır. Metnini beğenmesi, anlaması, kafasında çoğaltması vs gibi. Kitabı okumak için kapağını açan okurun da beklentileri vardır. Keyifli zaman geçirmek, yeni bir şeyler öğrenmek, heyecan yaşamak gibi. İşte edebiyat bana göre, birbirini hiç tanımayan okur ve yazarın karşılaşmaları, tanışmaları, tanışıyorlarsa dostluklarının pekişmesidir ya da belki de birbirlerinden sonsuza dek uzaklaşmalarıdır. Edebiyatın hayata bir diğer önemli katkısı ise idealleri beslemesidir, kitleleri yönlendirmesidir. Sevgiliye, çocuğa, kediye… duyulan özlemi dışa vurma aracıdır, bireylerin bakış açısını değiştirebilir, geçmiş hakkında bilgi verebilir.”
 Elbette ki bu sorunun yanıtı kişiden kişiye değişebileceği gibi bir kişinin yaş evrelerine göre de değişebilir. Ancak bir yazar olarak ben hazır karşımda onca genç görünce ilk ağızda bunları söyleme gereği duydum.




Etkinliğin ikinci bölümü interaktif öykü atölyesi ile geçti. Edebiyat öğretmenleri  Aysel Kocadağ ve Nilüfer Yıldız Şendur’un yönetiminde yapılan atölyede Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masallarının çeşitli yerlerinin değiştirilmesiyle farklı sonlar yazılması istendi. Beş gruba ayrılan gençlerden çıkan sonuçlar oldukça yaratıcı idi.

 

Bu etkinlikte Handan Gökçek mümkün olduğunca gençlere fırsat tanıyarak onları konuşmaya teşvik etti ve bu toplantıyı hepimiz için farklı kılan da bu oldu. Zamanımız olsaydı ben de gençlere kendi öykü anlayışımdan aşağıdaki cümlelerle biraz bahsetmek isterdim.
“Öykü söylenenden çok söylenmeyendir.
Öykü okunup bittiğinde okuru düşündürmeli.
Okurun kafasında yeniden yazılabilmeli.
Genel kanı, edebiyat metinlerini okurun seçtiği yönündedir ancak bana göre öykü için durum farklıdır. Öyküdür aslında okurunu seçen. Çünkü öykü, kendine yatırım yapmış nitelikli okur ister... “

Ancak dediğim gibi gençlerin kendilerini var edebildikleri ortamlar yaratmak ve o ortamların parçası olmak konuşmaktan çok daha güzel.
Bu güzel gün için Yakın Kitabevi’ne, Sayın Levent Salıcı’ya, Sevgili yazar arkadaşlarıma, gençleri bizimle buluşturan öğretmen arkadaşlarıma ve dostum, arkadaşım Sevgili Handan Gökçek’e çok teşekkür ederim.