DÖNÜŞ
Ellerim kurumuş dal. Gözlerim yorgun,
puslu. Silaha dokunmadan, kimsenin canını acıtmadan binlerce insan öldürdüm. Sessiz
kalarak. Görmezden gelerek. Parmaklarımdan sızan kan onların kanı.
Barış arıyorum, hayatımı
siliyorum, geçmişime dönüyorum.
Ellerim çelik bıçak. Gözlerim
kartal. Ekranda naklen savaş yayını. Acı, binlerce yıllık. Kucağında ekmekle
koşan kadın, uzaktaki bir tüfeğin kolay hedefi. Çayımdan bir yudum daha
alıyorum. Kadın, sımsıkı sarıldığı ekmekle yere düşerken sokak korkuda. Kanlı
ekmeğe usulca bir kedi yanaşıyor.
Parmaklarımdan fincanıma kan bulaşıyor.
Parmaklarımdan fincanıma kan bulaşıyor.
Barış arıyorum, hayatımı
siliyorum, geçmişime dönüyorum.
Ellerim beyaz menekşe. Hayat
bitmeyecek sandığım bir türkü. Savaş oyununa gözümü kırpmadan bakıyorum. En çok
ben öldürüyorum. Puanları ben topluyorum. Ağlayanlar, kaçanlar, vurulanlar.
Parmaklarımdan üzerime kan damlıyor.
Parmaklarımdan üzerime kan damlıyor.
Barış arıyorum, hayatımı
siliyorum, geçmişime dönüyorum.
Ellerim yeni oluştu. Karanlık,
ılık bir sudayım. Acı tanıklıklar yok, acı tatlar yok. Ağlamak, kaçmak,
kovalamak... Ne yer, ne gök.
Yalnız sen varsın bir de ben.
Toprak bunca günahı taşıyamazdı. Temizlenmek
için sana geri döndüm anne.
N.Y.
Medyada Kadın
En güçlü iletişim araçlarından biri olan medya, toplumun kültürel ve
sosyal yapısının oluşmasında ve değişmesinde çok etkilidir. Kullandığı
teknoloji ve iletişim yöntemleriyle, çok büyük kitlelere ulaşır,
toplumun değer yargılarını bireylere yayar ya da yeni değer yargılarının
kabullenilmesini hızlandırır, kolaylaştırır.
Medya çogunlukla özel mülkiyete ait olup hakim sınıfların elindedir. Dolayısıyla kapitalist kurallara göre biçimlenir ve roller üstlenir. Günümüzde “kadın”, bu güçlü aracın en büyük sömürü malzemelerinden biridir. Gücü elinde tutanlar, bu imge ile nüfusun yarısını doğrudan hedef alırken, erkekleri ve çocukları da kadının aile içindeki konumu nedeniyle, dolaylı olarak hedef almış olurlar. Kadın, medyada, erdemi ile değil cinselliği ve tüketimin öznesi oluşuyla yer alır ki bu da kadınların toplumsal olarak kontrol altında tutulmaları gerektiği inancını pekiştirir.
İletişim dünyasında, kadınların erkelere oranla az istihdam ediliyor olması, erkek bakış açısıyla, erkeğe göre anlatılmaları, özerklikten uzak bir nesne olarak gösterilmeleri, kadına dair söylenen pek çok sözün cinsellik üzerinden verilmesi, sık sık şiddet haberlerine konu olması, mevcut cinsiyet ayrımcılığının sürekliliğini sağlamaktadır ve mevcut eşitsizlikleri yeniden üreterek güçlendirmektedir.
Gazetelerde ve televizyonlarda pek çok farklı biçemde yer alan kadın, ağırlıklı olarak “anne”lik vasfıyla öne çıkar, bunu “cinsel obje oluşu”, “eş oluşu”, “şiddete maruz kalışı”, “tüketici oluşu” izler. “Kutsal anne” olarak lanse edilen kadın, iki yüzlü kapitalist sistemde aynı zamanda giyim kuşam, diyet ürünleri, dondurma v.s. tüketim maddelerinin satışını körüklemek için kullanılan cinsel objenin de öznesidir.
Medya, ciddi olarak nitelenen haber, spor, tartışma programlarına kadınları konumlandırmayarak onların çocuk, ev, astroloji, moda, yemek yapmak gibi alanlara mahkum olması durumunu pekiştirir.
Kadın, zaman zaman, medya tarafından desteklenir görünse de gerçekte kadına yüklenen küçültücü rollerle, çoğunlukla cinsel bir nesne olarak algılanmasının yolu açılır. Örneğin reklâm sektörü, pek çok ürünün tanıtımında kadını “beden” olarak ele alır ve cinselliğine vurgu yapar. Reklâmlarda kadın, hijyene doymaz, ailesi için ‘en temiz’i yakalamaya çalışır, ağırlıklı olarak alıcısı erkek olan arabaların üstüne yatar ya da kapısında durarak erkeği içeriye çekmek için davetkar bakışlar atar, erkeğin elindeki çikolatayı alabilmek için dişiliğini kullanır, dondurmayı yalarken gözlerini kapatıp başka boyuta geçer vs.
Televizyon programlarında, kadın ihanete uğradığında, bunu sorgusuz kabullenen olarak sunulurken, erkeğin ihaneti de normalleştirilir. Kadın, yemek tarifleri, karıkoca sorunları gibi konuları içeren programlarla ev içi alana mahkum edilir, kamusal alandan soyutlanır. Evlilik programları gibi programlar aracılığıyla çok küçük yaştaki çocularının bilinç altına, gelecekte olmaları beklenen kadın ve erkek modelleri ekilir.
Bir diğer önemli konu da kadına uygulanan şiddetin medya aracılığıyla meşrulaştırılmasıdır. Kadın şiddeti hak eder, çünkü başlamasına sebep olacak davranışları mutlaka vardır. Kadına yönelik şiddet haberlerinde, cinsiyetçi bakış açısıyla, kadına şiddet meşrulaştırılır ve tepkisiz bireyler oluşturulur. Böylece, toplumsal cinsiyet eşitsizliği medyanın da gücüyle yeniden, yeniden üretilir. Erkek egemenliğinin sürekli işlendiği, pekiştirildiği medyada, kadın kişisel başarılarından ziyade, ailesinin başarısıyla, kendi kişisel yaşamının sansasyonel yanıyla ya da bedeniyle var olabilmektedir. Kurmaca programlar ve reklâmlarda genel görüntü böyleyken, haberlerde de durum pek farklı değldir. Kadınlar haberlere kimlikleriyle, başarılarıyla değil ağırlıklı olarak işledikleri suçlarla, bedenlerine yapılan saldırılarla ya da cinsellikleriyle konu olurlar.
Haberlerde sıkça kullanılan “namus cinayeti”, “töre cinayeti” gibi açıklamalar, şiddeti neredeye olumlar, bir anlamda doğallaştırır. Bunun gibi “Evini terkeden kadını, kocası dokuz yerinden bıçakladı”, “Tanımadığı bir adamla konuştuğu için karısını sokak ortasında dövdü” gibi cümlelerle, satır aralarında örf ve adetlere gönderme yapan yaklaşımlar da yine şiddeti körükleyen durumlardır. Şiddet uygulayanlar ise “tehlikeli kişi”, “canavar” olarak nitelenerek bireysel psikolojik nedenler öne çıkartılarak, toplumsal cinsiyet eşitsizliği konu dahi edilmez.
Yukarıdaki birkaç örnekte görüldüğü gibi, konuları, kavramları geniş kitlelere yayabilen, dönüştürebilen, onları yeniden üretebilen medyanın toplum üzerindeki etkisi büyüktür. Medya kuruluşlarının, toplumsal cinsiyet eşitliği konusuna eğilmesi, bu konuda duyarlı olması, zaman içerisinde kamuoyu üzerinde beklenen etkiyi yapacaktır ve zihinlerdeki “kadın” algısının olumlu yönde değişmesine ciddi katkıda bulunacaktır.
Eğitimci Nevzat Süer Sezgin’in dediği gibi,“Unutmayınız ki medya bıçak gibidir. Ekmek de kesebilirsiniz, adam da öldürebilirsiniz.”
Nalan Yılmaz
Beşparmak Dergisi Yıl: 22 Sayı: 162 Mart - Nisan 2011
Medya çogunlukla özel mülkiyete ait olup hakim sınıfların elindedir. Dolayısıyla kapitalist kurallara göre biçimlenir ve roller üstlenir. Günümüzde “kadın”, bu güçlü aracın en büyük sömürü malzemelerinden biridir. Gücü elinde tutanlar, bu imge ile nüfusun yarısını doğrudan hedef alırken, erkekleri ve çocukları da kadının aile içindeki konumu nedeniyle, dolaylı olarak hedef almış olurlar. Kadın, medyada, erdemi ile değil cinselliği ve tüketimin öznesi oluşuyla yer alır ki bu da kadınların toplumsal olarak kontrol altında tutulmaları gerektiği inancını pekiştirir.
İletişim dünyasında, kadınların erkelere oranla az istihdam ediliyor olması, erkek bakış açısıyla, erkeğe göre anlatılmaları, özerklikten uzak bir nesne olarak gösterilmeleri, kadına dair söylenen pek çok sözün cinsellik üzerinden verilmesi, sık sık şiddet haberlerine konu olması, mevcut cinsiyet ayrımcılığının sürekliliğini sağlamaktadır ve mevcut eşitsizlikleri yeniden üreterek güçlendirmektedir.
Gazetelerde ve televizyonlarda pek çok farklı biçemde yer alan kadın, ağırlıklı olarak “anne”lik vasfıyla öne çıkar, bunu “cinsel obje oluşu”, “eş oluşu”, “şiddete maruz kalışı”, “tüketici oluşu” izler. “Kutsal anne” olarak lanse edilen kadın, iki yüzlü kapitalist sistemde aynı zamanda giyim kuşam, diyet ürünleri, dondurma v.s. tüketim maddelerinin satışını körüklemek için kullanılan cinsel objenin de öznesidir.
Medya, ciddi olarak nitelenen haber, spor, tartışma programlarına kadınları konumlandırmayarak onların çocuk, ev, astroloji, moda, yemek yapmak gibi alanlara mahkum olması durumunu pekiştirir.
Kadın, zaman zaman, medya tarafından desteklenir görünse de gerçekte kadına yüklenen küçültücü rollerle, çoğunlukla cinsel bir nesne olarak algılanmasının yolu açılır. Örneğin reklâm sektörü, pek çok ürünün tanıtımında kadını “beden” olarak ele alır ve cinselliğine vurgu yapar. Reklâmlarda kadın, hijyene doymaz, ailesi için ‘en temiz’i yakalamaya çalışır, ağırlıklı olarak alıcısı erkek olan arabaların üstüne yatar ya da kapısında durarak erkeği içeriye çekmek için davetkar bakışlar atar, erkeğin elindeki çikolatayı alabilmek için dişiliğini kullanır, dondurmayı yalarken gözlerini kapatıp başka boyuta geçer vs.
Televizyon programlarında, kadın ihanete uğradığında, bunu sorgusuz kabullenen olarak sunulurken, erkeğin ihaneti de normalleştirilir. Kadın, yemek tarifleri, karıkoca sorunları gibi konuları içeren programlarla ev içi alana mahkum edilir, kamusal alandan soyutlanır. Evlilik programları gibi programlar aracılığıyla çok küçük yaştaki çocularının bilinç altına, gelecekte olmaları beklenen kadın ve erkek modelleri ekilir.
Bir diğer önemli konu da kadına uygulanan şiddetin medya aracılığıyla meşrulaştırılmasıdır. Kadın şiddeti hak eder, çünkü başlamasına sebep olacak davranışları mutlaka vardır. Kadına yönelik şiddet haberlerinde, cinsiyetçi bakış açısıyla, kadına şiddet meşrulaştırılır ve tepkisiz bireyler oluşturulur. Böylece, toplumsal cinsiyet eşitsizliği medyanın da gücüyle yeniden, yeniden üretilir. Erkek egemenliğinin sürekli işlendiği, pekiştirildiği medyada, kadın kişisel başarılarından ziyade, ailesinin başarısıyla, kendi kişisel yaşamının sansasyonel yanıyla ya da bedeniyle var olabilmektedir. Kurmaca programlar ve reklâmlarda genel görüntü böyleyken, haberlerde de durum pek farklı değldir. Kadınlar haberlere kimlikleriyle, başarılarıyla değil ağırlıklı olarak işledikleri suçlarla, bedenlerine yapılan saldırılarla ya da cinsellikleriyle konu olurlar.
Haberlerde sıkça kullanılan “namus cinayeti”, “töre cinayeti” gibi açıklamalar, şiddeti neredeye olumlar, bir anlamda doğallaştırır. Bunun gibi “Evini terkeden kadını, kocası dokuz yerinden bıçakladı”, “Tanımadığı bir adamla konuştuğu için karısını sokak ortasında dövdü” gibi cümlelerle, satır aralarında örf ve adetlere gönderme yapan yaklaşımlar da yine şiddeti körükleyen durumlardır. Şiddet uygulayanlar ise “tehlikeli kişi”, “canavar” olarak nitelenerek bireysel psikolojik nedenler öne çıkartılarak, toplumsal cinsiyet eşitsizliği konu dahi edilmez.
Yukarıdaki birkaç örnekte görüldüğü gibi, konuları, kavramları geniş kitlelere yayabilen, dönüştürebilen, onları yeniden üretebilen medyanın toplum üzerindeki etkisi büyüktür. Medya kuruluşlarının, toplumsal cinsiyet eşitliği konusuna eğilmesi, bu konuda duyarlı olması, zaman içerisinde kamuoyu üzerinde beklenen etkiyi yapacaktır ve zihinlerdeki “kadın” algısının olumlu yönde değişmesine ciddi katkıda bulunacaktır.
Eğitimci Nevzat Süer Sezgin’in dediği gibi,“Unutmayınız ki medya bıçak gibidir. Ekmek de kesebilirsiniz, adam da öldürebilirsiniz.”
Nalan Yılmaz
Beşparmak Dergisi Yıl: 22 Sayı: 162 Mart - Nisan 2011
İtaatle Kutsallaşan Annelerimiz
Ekonomik,
siyasal, sosyal, kültürel alanlarda ikinci sınıf olan kadınlarımız yılda
bir gün “anneler günü” kapsamında yapay bir şekilde taçlandırılıyor.
Önümüzdeki
Mayıs ayında kapitalizm, yine duygularımızı paraya çevirmenin çeşitli
yollarını arayacak. Toplumun tüketim çılgınlığına kapılması için,
annelerimizin ne kadar “değerli” ve “kutsal” oldukları vurgulanacak. Bu
söylemlerle, satın alma isteğimiz harekete geçirilecek. Binlerce insan,
annesine olan sevgisini kanıtlamak için alışveriş merkezlerine
koşturacak. Muhtemelen, kredi kartı borçları biraz daha artacak. Bu
çabaların sonunda, cebinizdeki para, yer değiştirdiyse, yapılanlar bir
miktar amacına ulaşmış demektir.
Peki annelerimiz için böyle bir gün ne kadar anlamlıdır ya da böylesine güzel bir sevgiyi tek güne indirgemek mümkün müdür?
İçinde
bulunduğumuz kapitalist sistem, kendisine para kazandıracak yolları
kurar ve bunları yeniden üretir. Sistem, Anneler Günü, Babalar Günü,
Sevgililer Günü gibi tüketime endeksli içi boş günler türetmede usta
olduğu gibi “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” gibi çok anlamlı günlerin de
içini boşaltarak tüketim gününe çevirmede ustadır.
Anneler
gününde, günün özelliği nedeniyle “annelik” kavramı ön plana çıkarılır.
Onların ne kadar değerli olduklarından bahsedilir, kutsallıkları
vurgulanır.
Aile,
kapitalist sistemde devletin küçük bir modelidir ve koruması
altındadır. Onun gibi bölünmez bütünlüktedir. Devlet bu modelle,
herkese belli roller biçerek, kendine uygun bireylerin yetişmesini
garanti altına alır. Hepimizin bildiği gibi devlet, içinde şiddet olsa
bile (!), mümkün olduğunca aile içi sorunlara karışmamaya özen gösterir.
Buradaki baba, devlet babayla aynı konumdadır. Aile bireyleri,
vatandaşın devlete göstermek zorunda olduğu itaati, saygıyı babaya
göstermek zorundadırlar. Kutsal aileyi ayakta tutan önemli unsurlardan
biri olan anne, çocuğu yetiştirmekle yükümlü olması nedeniyle “kutsal
annelik”le konumlandırılır. Bu konumlandırma çocuklarını beslemek,
açlıkla, işsizlikle mücadele etmek gibi çok temel, yaşamsal sorunları
beraberinde getirir fakat bunlar görmezden gelinir ve yaşanan ekonomik
sıkıntı, eve para getirmekle yükümlü kişinin beceriksizliği olarak
gösterilir.
Bunların
yanısıra sistem kadından sürekli sabretmesini ister. İçinde bulunduğu
yaşam koşulları, acıları, çaresizlikleri, ona kaderiymiş gibi sunulur.
Yine aynı annenin, işçi olarak iş yerlerinde, köylü olarak kırsalda ya
da ev kadını olarak evde ezilmişliği sürer gider. Baba evinden ayrılıp
koca evine gitmesi, hayatındaki “itaat etme” gerçeğini değiştirmez. Bu
tanıklıkla büyüyen çocukların kuracağı aileler de elbette kendi aile
modellerinin birer kopyası olur.
Kapitalist
sistemde çalışan kadın, evde ve işte olmak üzere iki kez ezilir. Tüm bu
anlatılanların ışığında kadının toplumdaki rolüne ve yaşamda
konumlandığı yere baktığımızda Anneler Günü”nde kadınlara düzülen
methiyelerin ne kadar iki yüzlü ve ticari kaygılarla olduğunu görmemek
olası değil.
Annelerimize
verdiğimiz önemi bir yaşam boyu göstereceğimiz, ona olan sevgimizi bir
hediye paketi boyutuna indirgemediğimiz ve hediye almadığımız için de
suçluluk duygusu duymayacağımız günlerin gelmesi dileğiyle.
Batısöz Dergisi Yıl: 4 Sayı: 20 Mayıs - Haziran 2011
UMUTLARI ÇOĞALTAN “AKKÖY”
Sıra dışı bir köy!
Tarihi dokusunu kısmen de olsa
korumuş Akköy’ün kütüphanesine ulaştığımızda bizi önce giriş kapısının
üstündeki begonviller hemen ardından gülen yüzüyle Güven Pamukçu karşıladı.
“Akköy Kültür, Sanat, Edebiyat,
Turizm ve Geliştirme Derneği”nin çabalarıyla bugünkü durumuna gelen kütüphane görülmeye
değer. Rumlardan kalma eski bir bina elden geçirilmiş ve zamanla yan odalar
eklenmesiyle yedi odalı matruşkaya benzer bir yapı oluşmuş. Üstelik tarihi
dokusu bozulmadan. Hemen her odanın iki kapısı var. Çıktığınız bir kapı sizi
bir başka bölüme götürüyor. Kitaplardan sonra dikkatinizi ilk çeken duvarlara
asılmış eski film afişleri, sanat fotoğrafları, tablolar. Bir de
yaşanmışlıklarıyla insanı geçmişe götüren antika eşyalar ve onlarla çok hoş
zıtlık oluşturan bilgisayarlar. Kısacası eskiyi
unutmamış, yeniyi kucaklamış, her köşesi sanat ve edebiyatla tıklım tıklım dolu
bir mekan.
Bu kütüphane ve köyde yapılan
edebiyat etkinliklerinde Güven Pamukçu adı ön planda olsa da başarı elbette tüm
Akköy halkının ve Güven Pamukçu bunu her fırsatta önemle vurguluyor.
Köy halkının sıcak karşılaması ve
biraz dinlenmenin ardından dolaştığımız köyde Adnan Özyalçıner, Cahit Külebi
gibi çağdaş yazarlarımızın isimlerinin verildiği sokaklarda dolaşırken sanatın,
edebiyatın halkın günlük yaşamına dahil olduğunu görmekten mutluluk duyduk,
hemen her sokak tabelasını fotoğraflarla unutulmaz kıldık.
Etkinlik zamanı yaklaştığında,
tarladaki, evindeki işini bitirebilen kadınlar, gençler güleç yüzleriyle
kütüphaneye geldiler. Gözlerini bizden ayırmadan can kulağıyla tüm etkinliği
izlediler. Samet, Nuri ve matematik öğretmeni Burçin iki gün boyunca bize
dostluk ve sevgi gösterdikleri gibi en iyi dinleyicilerimiz de oldular. Tüm gün
öyküler okuduk, yazma ve kurmaca üzerine deneyimlerimizi paylaştık, söyleştik.
Köyün genel havasının bizde
yarattığı mutluluk, gece eski muhtar Adnan Bey’in evindeki yemekte de sürdü. Feride hanım’ın liderliğinde hazırlanan
nefis yemekler, mangalda balık, salata... Söylediği güzel türküleriyle Nuri
hepimizi büyüledi.
Bir arkadaşımla birlikte geceyi
Ayşe, İsmail ve Hasan Ergeldi’lerin evinde geçirdik. İsmail Bey’in kendi yaptığı
pembe şarabı tadarak sohbet ederken, şarabın nasıl yapıldığını, üç yıldır tütün
ekimi yapmadıklarını ve artık tütüncülüğün bölgede neredeyse bit(iril)mek üzere
olduğunu, bunun ekonomi politik nedenlerini ve daha pek çok konuyu konuştuk,
yani bir anlamda Türkiye’ye bir de
Akköy’ün gözüyle baktık.
Ertesi sabah asmanın altında
yapılan güzel bir kahvaltıdan sonra Ergeldi ailesinin geniş bahçesinde
dolaşmaya çıktık ve İsmail Beyden uygulamalı olarak tütün fidesi ekiminin nasıl
yapıldığını öğrenip Hasan’ın beslediği, takla atan paçalı güvercinleri sevdik.
Gösterdikleri dostluk nedeniyle
zor da olsa Ergeldi ailesiyle vedalaşıp kütüphaneye gittiğimizde, etkinliği
izlemeye gelen farklı katılımcıları görünce sevincimiz daha da arttı. Etkinlik
programına bir önceki gün söz almamış arkadaşlarımızın konuşmaları, öyküleri
ile devam ettik. Konuştuk, söyleştik... Katılımcı arkadaşlarımızın gece kaleme
aldıkları, belki de bize geleceğin
yazarlarını müjdeleyen öykülerini büyük beğenilerle dinledik.
İki günlük kısa Akköy buluşması
sona erip İzmir’e dönerken, insan olmanın en sade halini, dayanışmayı, birlikten
doğan kuvveti görmenin mutluluğu içindeydik ve Akköylülerden ne çok şey
öğrendiğimizi düşünüp gülümsüyorduk.
Nalan YILMAZ
Haziran 2010
KAVEKO
Dil ve Düş Ustası Bir Yazardan "Kaveko"
1957 yılında,
arkadaşı Engin Turanla birlikte hazırladığı “İnsanların
Ayak Sesleri” isimli öykü, şiir karışımı ortak kitap yayımlandığında, Dinçer
Sezgin henüz on sekiz yaşındaydı. Bu kitapla başlayan
edebiyat yaşamı boyunca şiir başta olmak üzere öykü, deneme, radyo tiyatrosu,
köşe yazıları ve çocuk öyküleri dalında pek çok esere imza attı.
Dinçer Sezgin, imgelere,
düşsel oyunlara sıklıkla yer veren, okuru şaşırtmayı seven ve kalemini cesurca
kullanan bir yazar. Bu nedenle onun eserlerini okurken, klasik bir öykücü
olmadığını anımsamak gerekir.
Öyküler ve
romanlar, gerçek hayata yaklaştığı, okuru yakaladığı ve edebi dil kaygısını ön
planda tuttuğu oranda başarılı oluyor. Kaveko kitabı, bu açıdan incelendiğinde
edebi tadı yüksek, “insan ilişkilerinin, kırılmaların, aşkın, cinselliğin”
yoğun olarak işlendiği, temposu, coşkusu yüksek bir kitap.
Merak unsuru,
betimleme ve atmosfer yaratma, öykülerinin en belirgin özellikleri. Yazar, tüm
öykü kitaplarında olduğu gibi bu kitabında da sohbet edercesine, telaşsız, tane
tane anlatıyor. O anlattıkça, metin okuru içine çekiyor. Anlatımın sadeliği,
dildeki akıcılık, şiirsellik, imgelerin kullanımı öykülerden alınan tadı
çoğaltıyor.
“Gözlerindeki yuvalara kırlangıçlar, bir
konup bir kalkıyor. Kirpiklerinin ucunda seher yelleri.” (S.14)
“Mustafa Usta, gözlerindeki bahar yelinin
birazını oğluna doğru estirdi. Sabah tazeliğindeki ıslığını kesti.” (S.31)
“O an Burcu’nun gözlerinden bir güvercin
bulutu havalandı ve asteğmenin gözlerine doğru uçmaya başladı.” (S.65)
“ biçiminde dizilmiş masaların
ayaklarına denizin mavisinden bir şeyler bulaşmalıydı.” (S.103)
Kitabın ilk
öyküsü “Kaveko”da, baba-oğul arasındaki sevgi ve güven ilişkisi yoksulluk
ekseninde işlenirken, bir genç kızın cinselliği keşfetme uğruna küçük bir
çocuğa uyguladığı cinsel istismar, kızın cinsel dürtüleri ve meraklarıyla
birlikte anlatılır. Öyküde ayrıca, ağalık sistemi, bu sistemde bireylerin öğrenilmiş/öğretilmiş
çaresizlikleri, yoksunlukları, hüzünleri, acıları gerçekçi ve etkileyici bir dille
verilir.
2009 Homeros Dil
Ödülü’nün sahibi Dinçer Sezgin, dil bilinci yüksek bir yazar. Her fırsatta zengin
sözcük dağarcığını okura sunuyor, az duyulmuş ya da bilinmeyen kelimeleri özenle
kullanıyor. Raspa (S.15), cin cin böcekleri (S.22), delgeç (S.15), yepişlemek
(S.33), takaç (S.13), kaçaburuk (S.15) bunlardan birkaçı.
Yazar, kurguda
ve atmosfer yaratmada usta. Bazı öykülerinde yarattığı atmosfer öylesine güçlü
ki okur olarak siz de hızla öyküye dahil oluyorsunuz. “Düş Kıyısında Beklemek”
öyküsünü okurken anlatıcının beklediği kadını, onunla birlikte bekliyor, “Fesleğen
Yaprağına Bırakılan Sözcükler”deki kadın bedeninden yükselen viyolenselin
sesini duyuyorsunuz. “Güvercin Fırtınası”ndaki konuşan güvercin, anlatıcının
yüreğine doğru kanat çırparken, aşk haberi taşıyan bir kuşun da sizin
yüreğinize ne zaman uçacağını düşünmeye başlıyorsunuz.
“... İki karış havalandı. Masanın üstünde
birkaç tur attı. Gelip yerine kondu. ‘Aç gözlerini’ dedi, açtım. ‘İyice aç’
dedi. İyice açtım. ‘Bak’ dedi, ‘Bu sorunun yanıtınıtı ben de arıyordum. Haydi o
yanıtı birlikte arayalım.’
“Sözlerini bitirir bitirmez sanki bir ışık
oldu, gözlerimden içime süzüldü ve inanılmaz bir hızla, yüreğime doğru uçmaya başladı.”(S.69)
“Düş Kıyısında Beklemek” zamanın kadına,
kadının zamana dönüştüğü fantastik ögelerin kullanıldığı bir öykü. Sevdiği
kadını özlemle bekleyen bir adamın iç dünyasının anlatıldığı öyküde, kadının
gelmesine yirmi dört saat vardır. Adam, bu uzun süreyi tek başına geçirmeyi
göze alamaz, bekleneni, beklenenle birlikte beklemeye karar verir. Öykünün sahip
olduğu atmosfer öylesine düşseldir ki anlatıcıyla birlikte aynı kadını
beklemeye başlarsınız.
“O katlanacağı bu zaman içinde hem yanında
olmalıydı, birlikte beklemeliydiler, hem de yine geleceği saate kadar, geleceği
yerde olmalı işlerini düzene koyup yarın gelmeliydi.” (S.72)
“Beklemeyi de bölüşmek istiyordu canı. Hem
de bekleneni beklenenle birlikte beklemeyi” (S.72)
“Gel seni birlikte bekleyelim.” (S.73)
“Kalemimin ucunda bekleye bekleye, senin de
uykun gelmiş doğal olarak” (S.79)
Ustaca kaleme alınmış öykünün
dikkat çeken özelliklerinden biri de sevişmenin yalın bir yumuşaklıkla anlatılması.
“Sert mi basmıştım toprağına? Hafifçe
inlemiştin.” (S.77)
Pek çok öyküde
kadınla erkeğin birbirlerine yakınlaşmaları, uzaklaşmaları ya da savaşları
işlenmiş olmakla birlikte, “Fesleğen Yaprağına Bırakılan Sözcükler” öyküsündeki
düşsel anlatımla öykü farklılaşıyor. İnsana ilişkin tahlillerle, insan olmanın
tüm zayıflıkları ve bu zayıflıkların farkında olan kişinin savunma planları
ustaca işlenmiş. Öyküdeki kadının bedeninden yayılan viyolonsel sesi, farklı
kurguyla birleşince okur da düşle gerçek arasında bir yerlerde dolaşıyor. Metinler,
okuyucuyu öyle farklı bir mekâna ve zamana çekiyor ki bir uyaranla öykü dışına
çıkacak olsanız bile, o büyülü ortamı yeniden yakalama isteğinizle metne kısa
zamanda geri dönüşünüz kaçınılmaz oluyor.
Yazarın, öykülerinin
sonunda büyük sözler etmek gibi bir derdi yok. Son derece sakin, yumuşak
bitiriyor ama bittiğinde de aklınızın ucuna ya da yüreğinizin bir köşesine ufak
bir hüzün bırakıyor. Yirmi günlüğüne İzmir’e gelen, sevdiği kızı İzmir’deki
Asansör’ün önünde on dokuz gün bekleyen ve nöbetini sadece bir gün aksatan gencin
anlatıldığı “Asansör” öyküsü şu sözlerle biter, “İçimde bir soru kaldı; acaba gitmediğim gün oradan geçmiş miydi Maral?”
(S.63) Yaşadığı aşkın büyüklüğü ve çaresizliği karşısında bu öyle can alıcı bir
sorudur ki öykü bittikten sonra yanıtına duyduğunuz merak içinizde kalır.
Bir söyleşisinde: “‘Benim
anayasam aşk’ sözü, benim insanlarla iletişim kurmamı kolaylaştırıyor;
insanlara değer vermemde ölçü oluyor. Kendi kendimin farkına varmama yardımcı
oluyor. Belki bunun için alçak gönüllüyüm.” diyen yazar kitap boyunca, içinize nasıl
bakacağınızın ipuçlarını verir, size bir pencere açar ve kitap bittiğinde, o
penceden bir güvercin yüreğinize doğru kanatlanır.
Kaveko / Dinçer Sezgin
Papirus Yayınları – 2004 / 111
Sayfa
Nalan Yılmaz
Ocak 2011
Laciver Dergisinde Yayımlandı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)