YASAKLAR!

  “Yasak” olgusu, tarihsel bağlamda,  insanoğlunun var oluşundan da gerilere uzanan bir kavram. Homo Sapiens’in atası olan büyük maymunlar, soylarını hayatta tutacak yasaklara uyum sağlamasalardı yeryüzündeki canlı türlerinin oluşumu, gelişimi farklı olurdu. Bu bağlamda bahsedilen “yasak” türlerin devamı için hayatta kalmayı sağlayandır. Ancak bir de güçlünün güçsüze, iktidardakinin yönetilenlere koyduğu yasaklar var ki yazının konusu bu gruba dair.
Nezih-Er Yayınları, yayımladığı “Yasaklar” kitabıyla, önemli bir boşluğu doldurarak, kimi zaman yaşamımızı kolaylaştıran kimi zaman da zora sokan kavramı, toplam yirmi dokuz yazarın kalemiyle mercek altına almış.



Ayıp, kural, yasa, tabu, sansür, haram, kanun gibi kelimeler yasak kelimesinin derecelenmiş hali.
Bir kısım insanlar yasaklar koyarken, karşı olan kesim de bunları delmenin ya da iptal etmenin yollarını aramakta.
Bireylerin ya da toplulukların haklarını, canlarını, mallarını korumak amacıyla konulması gereken pek çok yasağın varlığı son derece akılcı ve olması gereken. Ancak yasak kavramının amacı, idealleri ve hedef kitlesi değişir de yasaklar yasağı koyanı ya da koyanları korumaya başlarsa işte o zaman sorunlar da başlıyor.
Tarihe şöyle bir bakacak olursak, yasağın öznesi olarak pek çok bilim insanı öldürülmüş ya da özgürlüğünden olmuş (Galilei, Lavoisier, Bruno, Socrates…). Bir kısmının da sanatsal, düşünsel üretimleri yasaklanmış (Nefi, Pir Sultan Abdal, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Namık Kemal, Melih Cevdet Anday, Nazım Hikmet…) Ne yazık ki günümüzde de yasaklılar listesi uzayıp gider.
Yasaklama eylemi, çoğu kez, yaratıcılığı ve üretkenliği olmayan bir eylem. Amaç bireyi/bireyleri kontrol altında tutmak ya da engellemek. Eğer bu engelleme/kontrol altında tutma, yaşamda mantıklı karşılığını bulmuşsa söz konusu yasak amacına ulaşmış, muhtemelen kural ya da yasa niteliğini kazanmış demektir. Ancak aksi durumda, anayasal bir hakkın gaspından ya da sansürden bahsediyor olabiliriz.
Ülkemizde konuşmak ve yazmak anayasa ile güvence altına alınmıştır. Yirmi altıncı maddede  “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir” yasa böyle dese de hemen her iktidar döneminde, uygulama sorunları yaşanmakta. Neyse ki konuşmanın bir önceki aşaması olan düşünmeye henüz yasak gelmedi. Yani anayasal hak olan “Düşünce ve kanaat hürriyeti” halen hepimiz için geçerli.
Düşünmek serbest. Ancak yeryüzünde, “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti “ ni kullanmak her zaman kolay olmamış çünkü gücü elinde bulunduranlar için neyin kamuya duyurulacağı önemlidir. İşte bu noktada günah ve oto-sansür kavramlarına bakmakta yarar var. Her iki kavramın hareket noktaları birbirinden farklı olsa da bireyin zihnindeki düşünceye gem vurma yönünden benzeşirler. Günah, özü itibariyle bireyi dikteyle ele geçirirken oto-sansür bireyi kendi özgür iradesiyle ele geçirir. Sonuç itibariyle ikisinin de hedefi, düşünceyi henüz zihindeyken bastırmaktır ancak hedefleri aynı olsa da zihindeki oluşum süreçleri ve sonrasında yaşananlar farklıdır. Oto-sansürü uygulayan kişi, engelleme sonrası bunalıma düşebilir ve kendini rahatlatacak çıkış noktalarını bulmakta zorlanabilir. Kendisine şu ya da bu şekilde bir mazeret bulsa da rahatlayabilmesi az ihtimal. Oto-sansür bireyin öznel tavrı olabileceği gibi korku toplumu içinde yaşıyor olmakla da çok yakından ilgilidir. Korku unsurunun, yaşamın her alanında etkin tutulduğu dönemlerde oto-sansür de çoğalır. Böylece bireye ‘sen kendi yasaklarını koy yoksa biz gerekeni yaparız’ mesajı verilir.

Günah korkusunda ise durum farklıdır. Bazı dini uygulamalar (günah çıkarma gibi) ve din adamları aracılığıyla bireyin zihnini beklenmedik şekilde özgürleştirebilir. Örneğin, tüm dinlerde ve gelişmiş tüm toplumlarda rüşvet almak yasaktır ve bu yasak günahla desteklenir. Ancak birkaç sene önce rüşvetle kendine kazanç elde etmek isteyen futbolcunun bir din adamıyla kurduğu iletişim sanırım pek çok kişinin halen hafızasındadır. Oyuncunun şike için kendisine önerilen rüşveti almadan önce, “Bu parayı kabul etmemin dinen bir zararı var mı” diye din hocasına sorduğu, ondan da sakınca olmadığı yönünde yanıt aldığı açığa çıktığında olay gündemi epeyce meşgul etmişti. Bu ve benzeri durumlar münferit olup elbette ki din ahlakına dair genel durumu işaret etmemekte ancak bireylerin yasaklardan kaçış noktaları aramaları bağlamında etkili bir örnek olduğu söylenebilir.
Yasağı “yasak” yapan, onu tamamlayan elbette ki ceza ve korkudur. Aksi durumda yasaktan söz edilemez. Demokrasinin tam yerleşemediği toplumlarda, korku ne kadar çoğaltılırsa yönetmek o kadar kolaylaşır. Böyle toplumlarda insanlar işsizlikten, açlıktan, ölümden, öldürülmekten, evsizlikten, eşinden, babasından, satın alamamaktan ve daha pek çok şeyden korkar. Bu kadar korkuyla beş edemeyince her şeye razı gelir. İyi eğitimden, mutluluktan, insan onuruna uygun yaşamaktan v.b vazgeçer ve sahip olduklarını kaybetme korkusuyla şükür etmeye başlar. Tanrı’ya duyulan minneti, dile getirme ya da mutlu bir olaydan, yapılan bir iyilikten dolayı duyulan hoşnutluğu bildirme eylemi olan “şükür” de korku toplumlarına özgü biçimde bozulmaya uğrayarak bir anlamda korkunun kılık değiştirmiş hali olur.
            Dilimize pelesenk olmuş, tenimize sinmiş yasak kavramı üzerine konuşulacak çok şey var. Yasak olan şeyler zevk verir mi? Yasaklar çiğnenmek için midir? Her türlü yasak yasaklanmalı mı?  Yasaklar ne zaman sorun olmaya başlar? Korkularımızla nasıl başa çıkabiliriz? Nereye kadar özgürlük? Kitabı okuyunca eminim sizlerin de zihninde sorular oluşacak. Gültekin Emre’nin derlediği kitapta Adnan Özyalçıner, Ataol Behramoğlu, Sennur Sezer, İsmail Mert Başat, Eray Canberk, Hidayet Karakuş, Hüseyin Yurttaş, Zeynep Avcı, Sina Akyol, Zeynep Aliye, Tarık Günersel, Tuğrul Tanyol, Cüneyt Ayral, Nurhayat Bezgin, Adil İzci, Hayri K. Yetik, Buket Uzuner, Haydar Ergülen, Tamer Öncül, Betül Tarıman, Küçük İskender, Müge İplikçi, Gürgenç Korkmazel, Bâki Ayhan T. ve Gonca Özmen yazılarıyla yasaklar konusunu ele alıyor, akla gelebilecek pek çok soruya ışık tutuyor ve okura yeni sorular soruyor.


AYKIRI PORTRELER-5


ADINI VENÜS’E YAZDIRAN KADIN
MİHRÎ HATUN

Türk edebiyatının ilk kadın şairlerinden olan Mihrî Hatun, 15. yüzyılda Amasya’da yaşadı. Doğum ve ölüm tarihi kaynaklara göre değişkenlik göstermekte olup Meydan Larousse’da 1460-1506 yılları arasında yaşadığı yazar.



Kadınların, birey olarak varlık göstermeleri hemen her toplumda ve dönemde sancılı olmuş. Özellikle feodal toplumlarda, siyasette, bilimde, sanatta, edebiyatta varlık göstermeleri kolay değil. Geçmişte var olan kölelik kurumu, bugün yasal olarak kalkmış olsa da içerdiği değer yargıları, kitlelere yaydığı algı, din olgusunu da arkasına alarak, örf ve adetlerle nesiller boyu yeni kuşaklara taşınmış. “Erk”e sahip mevcut iktidarlar sorunu elimine edecek çözümlere pek de yanaşmamış, baskıcı zihniyetler ne yazık ki pek çok toplumun vazgeçilmezi olmuş. Bu nedenle kadınlar, “uzay çağı, bilişim çağı” gibi kulağa hoş gelen kavramlarla adlandırılmış yüzyılımızda bile, hala bağımsızlık mücadelesi vermek durumundadır. Sözü edilen sosyal ve toplumsal gerçekler nedeniyle, kadın sanatçıları konuşurken ya da onların şiirle olan ilişkisinden bahsederken kadının, o toplumdaki görünebilirliğine  ve statülerine bakmak durumundayız. Mihrî Hatun, Zeynep Hatun ve onların izinden yürüyen diğer kadın şairlerimizin haklarını ancak böyle teslim edebiliriz. Örneğin Zeynep Hatun, evlendikten sonra eşi şiir yazmasını istemeyince o da zorunlu olarak kalemini bırakmış. Diğer bir söyleyişle, şair çok sevdiği bir uğraştan el çektirilmiştir. Sennur Sezer, Türk Safo’su Mihrî Hatun kitabında bu konuda şunları yazar, “… Mihrî’nin Zeynep’e yazdığı mektubu, beklemediği biri, Zeynep Hatun’un eşi Kadı İshak Fehmi Çelebi yanıtladı. Mektup mahkeme ilamı katılığındaydı… Zeynep Hanımdan söz ediyordu mektubunda... Mihrî’nin kanını donduran satırlarla: ‘Zeynep Hanım ise ere varıp, eri hükmünde olup şiirden ve rical işe münasebetten el çekmiştir…”(s.142). Bu kısacık alıntı, zihni açık üretken bir kadının ataerkil düzen tarafından engellenerek kolaylıkla kafes ardına kapatılabildiğini açık bir şekilde göstermekte. Ölene kadar şiir yazmış / yazabilmiş Mihrî Hatun’un evlenmeyişine kim bilir, belki de Kadı İshak Çelebi’nin mektubu sebep olmuştur.
Osmanlı’da kız çocukları için kuran okumak, hatim indirmek eğitim için yeterli görülürdü. Günümüzde kadın şairlerin ve sanatla uğraşan kadın sayısının erkeklere oranla azlığının sebepleri için kültür tarihimize, gelenek göreneklerimize bakmak gerekir. O devirde mevcut anlayışa karşı duran Kadı Belâyî mahlaslı şair Kadı Hasan Amasyevî yani Mihrî Hatun’un babası, kızının sıradan eğitimle sınırlı kalmasını istemedi. Açık görüşlü, bir aileye sahip Mihrî Hatun ilk eğitimlerini babasından ve dedesinden aldı. Küçük yaşta Farsça, İslam tarihi, fıkıh, edebiyat gibi konularda bilgi sahibi oldu. Amasya o yıllarda Osmanlı’nın kültür sanat merkeziydi. Öğrenme aşkıyla tutuşan Mihrî Hatun için, şehrin düşünsel altyapısı ve ailesinin açık görüşlü olması büyük şanstı. O da eline geçen fırsatları değerlendirmeyi iyi bildi. Evliya Çelebi onun hakkında “Yetmiş cilt önemli kitabı okuyup bütün bilginleri bilim ve fende aciz bırakmıştır” (Yetmiş cilt kitâb-ı muteberi hıfzedüp cümle ulemayı mübahase-i ulüm ve fünunda aciz bırakmış,) diye yazmış seyahatnamesinde.
Adı, kimine göre Fahrünissa kimine göre Mihrünnisa’dır. Hakında oldukça az bilgi olmasının nedeni ise kadın şair olması ve edebiyatımızda kadın şairlere ilişkin pek de fazla çalışma, araştırma yapılmamış olması. Onu çağdaşlarından ayıran önemli özelliklerden biri Arapça ya da Farsça değil Türkçe yazmasıydı. Eserlerinde sade ve açık bir dil kullandı.  Mihrî Cesurdu, eserlerinde aşk temasını korkusuzca kullandı. Günümüzde bile, her meslek grubundaki kadınlar cinsiyetçi bakış açısıyla örselenirken, cinsiyetçi politikalarla yaşamın dışına itilmek istenirken o, beş yüzyıl önce Osmanlı toplumunda varlığını şiirleriyle kabul ettirdi, yazdığı kaside ve gazelleriyle sarayın dikkatini çekti. Genç yaşta Amasya’da ün saldı, On dört yaş civarında, Bayezid II’nin annesi Gülbahar Sultan’a yoldaşlık yapması, onunla söyleşmesi için musahip olarak saraya alındı. Bu göreve atanmasında babasının şairliği, dedesinin Halveti Dergâhı Şeyhi Pir İlyas olmasının da önemi büyüktü. Mihrî Hatun, ilk gençlik yıllarında Sultan Beyazid II’nin meclisinde bulunmuş, onun padişah olmasının ardından oğlu Şehzâde Ahmed Amasya valisi olmuş ve o da babasının izinden giderek edebiyata, eğlenceye önem vermiştir. Mihrî Hatun ise yazdığı hemen her şiiri ilk olarak yeni şehzadeyle paylaşmış böylece ona da kısa zamanda kendini tanıtmıştır.
Bu sıra dışı kadının ölümünden beş asır sonra, göz kamaştıran niteliklerine bir yenisi daha eklendi. Venüs gezegenindeki bir kratere NASA tarafından onun adını verdi: Mihrî Hatun Krateri. Atmosferi olan, kütlesi, büyüklüğü, yoğunluğu dünyamıza çok benzeyen, pek çok sanatçıya ilham kaynağı olan Venüs ayrıca mitolojinin de en önemli kadın figürlerinden. Bu nedenle adı genellikle kadınlarla birlikte anılmakta. Dünya kültürüne katkıda bulunmuş kadınların adlarını Venüs gezegenindeki kraterlere veren NASA bizim edebiyatımızdan da iki kişiyi onurlandırmış. Diğer isim ise Halide Edip Adıvar. (Adıvar Krateri)   
Nasa’ın Mihrî Hatuna’a gösterdiği ilgiyi ne yazık ki ülke olarak biz ona pek de gösterememişiz. Zeynep Hatun’dan sonra divan edebiyatının ikinci kadın şairi olan Mihrî Hatun, divan’ı[1] günümüze  ulaşan ilk kadın şairimizdir ve eserleri Rus Türkolog Elena Maştakova tarafından ortaya çıkartılarak ilk kez, SSCB Bilim Akademisi Asya Halkları Enstitüsü’nce 1967 yılında Moskova’da basılmıştır. Divan’ın ülkemizdeki basım tarihi ise 2007'dir.
Şiirlerinden hareketle yaklaşık kırk beş yaşına kadar yaşadığı düşünülmekte. Felsefi ve edebi gelişimine büyük katkısı olan Müeyyetzade Abdurrahman Çelebi’ye âşık olduğu rivayet edilir. Ancak bu aşk hikâyesi başlamadan sonlanır. Fatih, oğlu Şehzade Bayezid’i uyuşturucuya alıştırdığı gerekçesiyle Müeyyedzade Abdurrahman Çelebi için ölüm fermanı çıkarır. Bunun haberini alan Şehzade Bayezid, çocukluk arkadaşını tebdili kıyafetle önce Halep’e, sonra Şiraz’a yollar.
Bir diğer âşık olduğu kişi, divan şiirinin kurucularından büyük şair Necati’dir. Onun şiirleri kalbinde çok özel bir yerdedir ancak Necatî, Mihrî Hatun’un duygularına ve ilgisine oldukça sinirlenir, ne aşkına ne de kendi şiirine duyulan ilgiye karşılık verir.

Mihrî'de Necatî'ye
Beni azade iken aşka giriftar itdün / Göreyim sen de benim gibi giriftar olasun
Şimdi bir haldeyüz kim, ilenen düşmanına / Der ki, mihri gibi sen dahi siyeh-kar olasun
Necatî'den Mihrî'ye:
Ey benüm şi’rime nazire diyen / Çıkma rah-ı edepten eyle hazer
Dime kim işte vezn ü kafiyede / Şiirüm oldu necati’ye hem-sar
Harfi üç olmağ ile ikisünün / Bir midür filhakika ayb u hüner

Ölçüye uymak için yaptığı uzatma ve kısaltmalar Necati tarafından kıyasıya eleştirildi. Aldığı eleştiriler yazdığı şiirlerle sınırlı değildi. Kadın şair olması, duygularını şiirlerine sansürsüz aktarması her zaman eleştiri konusu oluyordu. Onun ise bu tür yaklaşımlara yanıtı yine şiirleydi. 
Çün nâkıs akl olur dirler nisâ / Her sözin mağrûr tutmaktır revâ
Lîk Mihrî dâinün zannı budur / Bu sözi dir ol ki kâmil usludur
Bir müennes yigdürür kim ehl ola / Bin müzekkerden ki ol nâ-ehl ola
Bir müennes yig ki zihni pâk ola / Bin müzekkerden ki bî- idrâk ola
(Kadınlar eksik akıllı olur onların her sözünü boş saymak gerekir derler. Mihrî duacınızın zannı budur ki olgun kişiler şöyle derler: Becerikli bir kadın beceriksiz bin erkekten, zihni açık bir kadın anlayışsız bin erkekten iyidir.)
Büyük Osmanlı Tarihi kitabını yazan tarihçi Joseph von Hammer, Mihrî Hatun’dan Türk Sappho’su diye bahsetmiştir. Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi’nde onun için şunları söyler: “Amasya’da doğmuş olan güzel Mihrî, İskender’e aşkını azm ve teşhir etmiştir ki bu şaire, Osmanlılar’ın Safo’sudur. Rumca’nın “Safo” kelimesi ile Arapça’nın “Safi” kelimesi aynı köktendirler. Mihrî, hem güneş hem de parlak manasındadır. Çünkü “Mihr”, aşk ve güneş manalarına gelir.” 
Sappho’nun lezbiyen olması, Mihrî Hatun’a da Türk Sappho’su yakıştırmasının yapılması, onun lezbiyen olup olmadığı tartışmalarına yol açmış. Oysa ikisinin de eserleri incelendiğinde tarzları farklı olsa da her iki kadının, şiirlerinde aynı izlekleri kullandıkları görülmekte. Dolayısıyla, Sappho yakıştırmasının, dünya görüşlerinin benzerliği bağlamında olduğunu söylemek daha gerçekçidir. Bu konuda detay bilgi edinmek isteyenler, yazar Nazlı Karabıyıkoğlu “İffetli Mihrî ile pervasız Sappho: Bir eleştiri[2] adlı makalesini okuyabilirler.
On beşinci yüzyılda yaşamış bir kadın olarak o dönemde şair kimliğini çevresine kabul ettirmekle kalmayıp dönemine damgasını vuran, gelecek nesillere koca bir divan bırakan Mihrî Hatun’un şiirlerinden bestelenmiş bir seçki Amasya Belediyesi tarafından  “Mihrînağmeler” adıyla yayınlamıştır. Divan’ında Tazarru’name adlı bir mesnevi, Şehzade Ahmed’e sunulmuş on bir kaside, Sultan II. Bayezid’e sunulmuş bir kaside, bir tevhid ve iki yüz elli gazel, sekiz murabba, müstezat, naat, münacaat, mev’ize, yedi müfred bulunmaktadır. Ayrıca dini konulara dair manzum yazıları da vardır.
Yazının son sözleri Mihrî Hatun’dan olsun.
Ey dost, aşk yolunda neler çektiğimi
Bir gün aşka tutulunca bilirsin.


Kaynakça:
Sennur Sezer (2. Basım, 2005), Türk Safo’su Mihrî Hatun, Kapı Yayınları.





[1] Bir şairin şiirlerini belirli bir düzen içerisinde barındıran eserlere divan denir.
[2] http://t24.com.tr/k24/yazi/mihri-hatun-sappho,1798

AYKIRI PORTRELER-4

GEORGE SAND 
 Öncü Bir Kadın

Aykırı Portreler’in bu sayısının konuğu, “Günün birinde dünya beni tanıyacak ve anlayacak. Öyle bir gün gelmese bile benim için pek önemi yok. Ben başka kadınların önünü açmış olacağım,” diyecek kadar kendinden emin bir kadın yazar, George Sand.

Tarihte pantolonu ilk giyen kadın kimdir bilinmez ancak Sand rahat giyim tarzının öncülerinden. Erkek giysilerinin ekonomik olması, her ortamda rahatlık sunması, ata yan değil de erkekler gibi binme olanağı vermesi gibi nedenlerle günlük yaşamında erkekler gibi pantolon, şapka, ceket giymeyi tercih etti. Bununla da kalmadı, o yıllarda bir kadının sigara içmesi tepkiyle karşılanırken açık alanlarda dahi sigara içmekten çekinmedi. 
Amantine-Aurore-Lucile Dupin / Barones Dudevant / George Sand. Bu isimler ona ait. Ailesi ona Aurore diye hitap ederken yazma eyleminden sonra çevresi onu almış olduğu takma isimle (George) çağırmaya başladı.
1 Temmuz 1804’de Fransa’da doğdu. Babasının soyu krallara, askerlere dayanırken annesi alt tabakaya mensup, küçük rollerde tiyatroda oynayan, bağımsızlığına düşkün bir kadındı. Bu birbirine zıt sosyoekonomik kökler onun gelişiminde önemli rol oynadı.
Kadının edebiyattaki yolu her zaman zorluklarla, engellerle dolu oldu. Bin sekiz yüzlü yıllarda kadınsanız ve yazdıklarınız beğenilmezse en ağır eleştirilere, alaylara hazırlıklı olmak durumundaydınız. Eğer yazdıklarınız kötü değil de sanatçıların, toplumun dikkatini çekmişse bu kez eserin aslında başkası tarafından yazılmış olduğu iddiasıyla karşı karşıya kalabilirdiniz.  İşte bu koşullar onu yazın dünyasına erkek adıyla atılmaya zorladı.  Aynı durumu Türk edebiyatında da görürüz.  Örneğin Fatma Aliye Hanım, Fransızca’dan tercüme ettiği Meram adlı romanı, "Bir Kadın" imzasıyla yayımlamış, Suat Derviş ise kendi adı Hatice Saadet Baraner’i yazın dünyasında kullanmamıştır.
Sand, dört yaşında babasını kaybetti. Hemen ardından annesinden uzaklaştırılarak bir anlamda onu da kaybetmiş oldu. Bir opera şarkıcısının kızı olmasına karşın Ancien Regime (Eski Rejim)  aristokratı gibi yaşayan ve torununu da kendi yöntemlerine göre yetiştirmeyi kafasına koyan büyükanne, oğlunun ölümünün ardından geliniyle resmi bir sözleşme yaptı, kendince onun, “üçüncü sınıf” birey olarak yetiştirilmesine engel olmak istedi. Yapılan sözleşme gereği anne, kızının eğitimini olduğu gibi büyükanneye bıraktı. Tam da bu noktada, sözleşmenin mantığını anlayabilmek için, Sand’ın anne babasının tanışmaları, evlilikleri ve kayınvalidenin bu beraberliğe bakışı hakkında biraz ipucu vermek yerinde olacak. Bir kuş tüccarının kızı olan Sophie-Antoniette-Victoire Delabord (George Sand’ın annesi) kendini soylular sınıfında gören kayınvalide için hiç de uygun bir gelin adayı değildir,  halktan bir insandır, evlilik dışı bir kızı (Caroline) vardır. Ancak genç subay olan oğlu Maurice Dupin, Sophie’i sevmektedir ve ikili evlilik dışı bir oğula (Hippolyte Chatiron) sahiptir.  Soylu anne ne yapsam nasıl etsem de oğlumu bu kadından kurtarsam derken olanlar olur ve George Sand’ın doğmasına bir ay kala, âşıklar resmen evlenirler.  Evliliği haber alan anne hemen Paris’e giderek engel olmaya çalışsa da geç kalmıştır.

Annesinden ayrılmak zorunda bırakılan, onun yokluğuyla acı çeken Sand için yaşam oldukça zordu. Buna ek olan bir de büyükannesinin bitmeyen kuralları vardı. Dik durmak, eldiven takmak, sessiz olmak, mutfağa adım atmamak… Neden olduğunu anlayamadığı pek çok şeyi yapmak ya da yapmamak zorundaydı. Kendisi yıllar sonra yazdığı anılarında büyükannesiyle ilgili şu yorumu yapıyordu, “Bir duruş kazanmam istendiğinden bana pek de çocuk gibi davranmıyor ve annemin ısrarla baskı altına almaktan kaçındığı doğamı geri dönüşsüz biçimde yitirmemi istiyordu.” Oysa henüz yedi yaşındaydı! Duyguları, enerjisi ise şu satırlarda yazdığı gibiydi, “Dışarıda havlayan bir köpek, bahçede öten bir kuş içimi kıpır kıpır ediyordu. Köpek ya da kuşun yerinde olmak istiyordum.”
Sonunda Sand, ona yetemediğini, yeterince disipline edemediğini düşünen büyükannesi tarafından İngilizler Manastır’ına yollandı. Burada geçen yıllar ise gerçek bir hapislikti. Ayda sadece iki kez dışarı çıkma izinleri vardı ve bir de noel gecesi manastır dışında konaklama hakkına sahipti. Sand buradaki üç yılını şöyle tanımlar, “İlk yıl, dönüşmeye başladığım o korkunç çocuğun daha da beteri haldeydim. Zira bir tür umutsuzluk, en azından duygularımla ilgili bir umutsuzluk kendimi yaramazlıklarla oyalamaya ve sarhoş etmeye itiyordu beni. İkinci yıl, neredeyse ateşli ve saldırgan bir sofuya dönüştüm. Üçüncü yıl, sakin, içe kapalı ve neşeli bir yürekten bağlılık durumunu sürdürdüm İşte manastırdaki hayatımın özeti.”
 Manastırdan ayrıldıktan sonra karşısına çıkan Baron Casmire’in gösterdiği yakınlıktan hoşnut olup onunla evlendiğinde henüz on sekiz yaşındaydı.  Bu evlilikten bir oğlu bir de kızı oldu. Karı kocanın beraberliği bir süre sonra sıradanlaşınca, yılın belli dönemlerini, kızıyla birlikte Paris’te geçirmek için kocasından izin aldı. Kocası ona bir miktar destekte bulunacaktı ancak o ev idaresi hakkında hiçbir şey bilmiyordu ve sanatla kucaklaşmak isteyen yalnız kadınlar için Paris çok pahalı bir şehirdi. Narin ayakkabılar başlı başına sorundu ya sürekli ayakkabı almak gerekiyordu ya da ulaşım için at arabası kiralamak. Kabarık elbiselerle sokakta dolaşmak, etek uçlarını kaldırarak yürümek ise özel bir çaba gerektiriyordu bu kılıkla uzun mesafeler kat etmek olası değildi. Neyse ki Sand’ın örnek alabileceği annesi vardı. Babasının, paralarının az olduğu dönemde karısına erkek giysileriyle gezebileceği önerisinde bulunduğunu, bu şekilde çok ciddi tasarruf yaptıklarını biliyordu.  İlk iş olarak kendine bir redingot, şapka, yelek, postal aldı ve dışarısı için bunları kullanmaya başladı. Artık bir erkek gibi görünüyor, istediği saatte istediği yere gidebiliyordu. Aradan yıllar geçtiğinde “Çocukluğum boyunca erkek kıyafetleri ile gezmiş olduğumdan, benim için yeni bir durum olmayan bu eski kıyafetleri tekrar giymek beni şaşırtmadı,” diye yazacaktı “Hayatımın Hikâyesi” kitabına.
Giyim kuşam konusunda Sand oldukça şanslıydı. Çok değil, yaklaşık on beş yirmi yıl sonra, Amerika’da, sokakta pantolon giyme cesaretini göstermiş olan kadın hakları savunucusu Elizabeth Smith Miller ise Sand kadar şanslı olamayacaktı. Çevresinden destek göremeyeceği gibi kıyasıya eleştirilecekti.

Giysi değişikliğiyle ciddi bir tasarruf sağlamıştı ancak kocasından gelen kısıtlı para, ayakta durmasına yetmiyordu. Bunun üzerine karakalem ve suluboya resimler yaptı, minik tahta eşyalar boyadı.  Bunların satışından kayda değer bir kazanç elde edemeyince bunlara ilaveten dikiş dikmeye başladı. Ancak tüm bunlar geçimini sağlamaya yetmiyordu. Bunun üzerine bir süre gazetelere çeşitli konularda yazılar yazdı. Gazetecilik sayesinde az kelimeyle çok şey anlatmanın pratiklerini yapmış oldu. Ancak yazacaksam edebi metinler yazmalıyım diye düşünüyordu ve yazmayla ilişkisini şu cümlelerle açıklıyordu. “Hızlı ve kolay yazıyordum. Uzun süre yorulmadan yazmaya devam edebiliyordum. Beynimin içinde uyuşmuş halde duran düşünceler, kalemi elime alır almaz uyanıyor ve bilinç akışıyla birbirine zincirleniyordu…
Sonuç olarak yapabileceğim küçük işler arasında edebiyat bana meslek olarak en çok başarı, daha doğrusu ekmek parası vaat eden meslekti.” (Bu cümle, o yıllardaki kitap satışları ve yazarlara ödenen telifler hakkında bize iyi bir fikir veriyor)
Yazdığı ilk metin “Evden Birinin Hayatı ve Ölümü” adlı şiirdi. Şiire konu olan canlı ise çekmecede beslediği ocak çekirgesiydi. Onu bir kaza sonucu pencere pervazında ezilmiş bulunca bir tatula (boru) çiçeğine sardı, cansız bedenini uzun süre sakladı ve bu şiiri yazdı.

Uzak mesafelerin de katkısıyla kocasıyla iletişimi iyice azalan Sand ile kendisine ilgi gösteren, edebiyat aşığı genç Jules Sandeau arasında başlayan duygusal yakınlık kısa zamanda aşka dönüştü ve Sand ilk eserini onunla ortaklaşa yazdı. Pembe ve Beyaz (Rose et Blanche) isimli roman Jules Sand imzasıyla basıldı. Roman oldukça ilgi gördü. Bunun verdiği heyecanla Sand, ilk romanı İndiana’yı tek başına yazdı ve kitap bu sefer kendine uygun görmüş olduğu George Sand adıyla basıldı. Zaman içerisinde, takma isim kullanmasını eleştirenlere yanıtı ise “Bana verdikleri ismi, daha sonra tek başıma ve kendi kendime yarattım. Onu bir marka haline getirdim. Bir başkasının emeğini sömürmedim. Hiç kimseden bir sayfa ya da bir satır almadım, çalmadım,” oldu.
Sand’ın roman yazmaktaki amacı her ne kadar geçim kaygısından olsa da o aynı zamanda kadının ikinci sınıf varlık olarak görülmesinden rahatsızdı. Düşüncesine göre,  birey olmak her kadının hakkıydı ve onlar da erkeklere tanınan özgürlüklere sahip olmalıydı. İşte İndiana romanını bu düşüncelerle kaleme aldı ve onu bir başkaldırı romanı olarak niteledi.
İlk romanın ardından Valentine isimli roman basıldı ve bu kitap çok dikkat çekti. Eleştirmenler, gazeteler, kitaptan övgüyle bahsetti. Onlara göre yazar, insan ruhunun derinliklerini böylesine güzel anlatabilmek için muhtemelen bir kadından yardım almış olmalıydı (!)
Sand giyimi, eserleriyle olduğu kadar aşklarıyla da çok konuşulan bir kadın oldu. Uzun yıllar uzak yaadığı eşinden ayrıldıktan sonra hayatını etkileyen iki büyük aşk yaşadı. Bunlardan biri Fransız edebiyatının önemli şairlerinden ve yazarlarından Alfred de Musset diğeri Polonyalı piyanist, besteci Chopin’di.
Musset ile olan aşkı, oldukça çalkantılı bir sürece sahipti. Her iki yazar da ayrıldıktan sonra aşklarını kitaplarına konu ederek ölümsüzleştirdiler. Musset, tek romanı olan “Bir Zamane Çocuğu’nun İtirafları”nda, George Sand ise “Therese ve Laurent” isimli kitabında birlikteliklerini anlattılar.
Chopin’le olan ilişkisi ise olumsuz düşünce ve duygularla başladı ve on yıl kadar sürdü. Erkek gibi giyindiği, sigara içtiği için Chopin onun için, “Ne sevimsiz kadın bu Sand! Acaba hakikaten kadın mı? Şüphem var,” derken Sand da onun için   “Bu Mösyö Chopin bir genç kız mıdır, nedir?” diye çevresine yakınmaktaydı. Ancak Franz Liszt’in verdiği bir davette Sand’ın buzları çözüldü. Chopin’in o geceki piyano konseri muhteşemdi ve o da çok etkilenmişti. Davetten ayrılırken onu, Nohant’taki malikhanesine davet etti. Chopin, o gece bu davete nazikçe hayır demiş olsa da daha sonra Nohant’a gitti ve ikili yedi yılı birlikte geçirdi. Bu dönem, bestecinin en verimli yılları oldu.
Üretken, aykırı kadın Sand’ı, Balzac edebiyatın en parlak örneklerinden sayarken, Baudelaire, “Tüylerim diken diken olmadan düşünemiyorum, bu aptal yaratık hiçbir zaman sanatçı olamadı," dedi. Dostoyevski ise onun ölümünün ardından, “George Sand Öldü mü?” başlıklı makalesinde yazardan büyük övgülerle söz etti, “Gerorge Sand çağdaşlarımızdan biri, otuzlu ve kırklı yılların gerçek bir idealistiydi. En karanlık ülküselliğe tutkun, en gerçekleştirilemez arzularca işlenen güçlü, muhteşem ama yine de öylesine hastalıklı yüzyılımızda, bu isim oradan, kutsal mucizeler ülkesinden gelip bizde, ‘daima’ gelecek yoksunluğu içindeki Rusya’mızda onca düşünce, hülya, güçlü, kutsal ve soylu coşku, onca hayati zihinsel faaliyet ve değerli inanç uyandırmış olan o isimlerden biridir!”  
On dokuzuncu yüzyıl Fransa’sının en ünlü kadın yazarı olan George Sand bin sekiz yüz yetmiş altı yılında öldüğünde otuz yedi romana ve yirmi civarı oyuna imza atmıştı. Bin sekiz yüz otuz yedide yazdığı"Mauprat" isimli romanı en önemli eseri olarak nitelenir. Anılarının bir bölümünü ise “Hayatımın Hikayesi” adlı kitabında topladı.
Kaynakça:    
Zizek, S. (2009). Matrix: Ya da Sapkınlığın İki Yüzü. Bahadır Turan (Çev.). İstanbul: Encore.
SAND G. (2006). Hayatımın Hikâyesi. Birsel Uzma (Çev.).  İstanbul. Oğlak Yayıncılık ve Reklamcılık Ltd. Şti.
GÜZEL E. (2006  ) Yüksek Lisans Tezi:  George Sand’ın Indiana Adlı Romanında Kadın İmgesi. Ankara. Ankara Üniversitesi, Fransız Dili ve Edebiyatı. 
DOSTOYEVSKİ. (2013). George Sand Öldü mü?. Neslihan Özakıncı (Çev.). İstanbul. Kafekültür Yayıncılık. 

BİTİK B. (2009  ). Yüksek Lisans Tezi:  Okurunu Arayan Romanlar: 19.Yüzyıl Osmanlı-Türk Romanlarında Okur Profili. Ankara. 





[1] Devrim öncesi Fransa’nın sosyal yapısı, “din adamları”, “soylular”, “üçüncü sınıf” olarak belirlenmiştir ancak bu ayırım sosyal bir tespit olmayıp hukuki olarak yapılmış ayırımdır.