Jose Mujica - Yaşayan Efsane



İzmir Büyükşehir Belediyesi'nce Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi'nde, Ece Temelkuran moderatörlğünde düzenlenen "Destek ile Yoksulluğu Önleriz" konulu panele konuşmacı olarak katılan Jose Mujica, neler mi söyledi? Çok şey söyledi. Çok da güzel de söyledi.

Konuşmasından bazı bölümler:

Bu kadar savaş dolu dünyanın içerisinde ne yüzle Nobel Barış Ödülü veriyorlar. İşte bu yüzden, bunu başkası alsın ben reddedeyim diye düşündüm. Dünyanın her tarafında savaş var. Aslında bu bir depresyondur. Eski çağlarda yaşayan insanoğlunu düşünecek olursak ve o dönemdeki savaşları düşünecek olursak, belki de diyebiliriz ki o politikaların devamını yaşıyoruz ve biz de aslında tarih öncesi dönemde yaşamaya devam ediyoruz. Bugün teknolojik gelişmelerin karşısında devam ediyor hâlâ savaşlar ve savaşın maliyeti savaşta sorumluluğu olmayan taraflara çıkıyor… İnsanların zekâsını kullanarak da savaşsız mücadele mümkün ve böylece acılara da neden olmazsınız...  Çünkü teknolojik gelişmeler ve ilerlemeler sadece zengin olanlara ve hükumetlere yarıyor. Bence dünyanın tüm halkları barış için, umut için bir araya gelmeli, savaşa hayır demeli.

“Dünyada dakikada 2 milyon dolar, asker ve savaşla alakalı mevzular için harcanıyor. Ve bu parayı harcayan insanlar, bu parayı fakirlerin sırtından kazanıyor."

"Her zaman barışı her şeyin üzerine koymak için odaklanın. Evreni ve gezegeni düşünün, hepimiz o minik gemi içinde seyahat ediyoruz. O yüzden bu geminin şansı, bahtı ve talihi sadece bize bağlı. Bu gezegeni kurtaracak taraf olmalı, mahvedecek taraf değil. Biz bu dünyaya zarar veriyoruz ama günün sorunda elimizde yeterli kaynak yok. Bütün bu kaynaklar tükenme noktasına gelebilir, biz bunu talihe ve şansa bırakmayız. Gökyüzünden insanlar gelip bizi kurtarmayacak…  Merkezi hükumetler endişe içindeler, diyorlar ki bir sonraki seçimi kim kazanacak ama aslında iklimle çevreyle alakalı önlemler alınması gerekiyor… işte siz gençler, bu bağlamda bizim yapmış olduğumuz hataları durdurma ve geriye döndürme hakkına sahipsiniz.”


“Şunu söyleyebilirim ki ben Tanrıya inanmıyorum ama kim neye inanırsa inansın ona saygı duyuyorum.”

“İyi bir dünya için asıl önemli olan, şeytana yardım edilmemeli, onun dünyayı yönetmesine ya da düzenlemesine izin verilmemeli.”

“Ben her türlü halkın kendi öz yönetimini savuna gelmişimdir ama sadece kendi istediği öz yönetimle olamaz bu. Hoşlanmadıklarının da kendi kendini yönetme hakkı olmalı.”

“İnsanları tanıdıkça köpeklere daha çok yakınlaşıyorum. Tüm sevgimizi köpeğimize verdik.”




“Çocuk yapmak için fırsat bulamadık, çünkü eşimle dünyayı değiştirmeye çalışıyorduk.”

“En önemli şey hayattaki aşktır. Uyandığım her sabah ‘bugüne de şükürler olsun’ diyorum.” 






Öğretmen Halil Serkan Öz'ün Anısına Saygıyla


Kılık kıyafeti ve sakalı nedeniyle, öğrencilerinin önünde Yalova Valisi tarafından azarlanan öğretmen Halil Serkan Öz'ün öğrencileri için hazırladığı altmış kitaplık okuma listesi.









Hakan Günday'la

      Karşıyaka Belediyesi'nin 2015 yılında düzenlediği (10 Haziran) “Edebiyat Sokakta Güzel” etkinliklerinin sonuncusunda Hakan Günday’la birlikteydik.

      Yazma serüvenini anlatırken ilginç konulara değindi. Her yazarın biricik olduğuna vurgu yaparak eserlerin kategorize edilmesine karşı olduğunu açıkladı ve bu tür sınıflamaları ticari bulduğunu belirtti.

       Alttaki sözleri dikkat çekiciydi.
      “
Korku ticarette en iyi emtiadır. O kadar kârlı bir emtiadır ki bir kez korkuyu birine sattınız mı  ona her şeyi satabilirsiniz. Savaş uçağından kozmetik ürünlerine kadar ama önemli olan baştan korkuyu satmak… Kitaplar sayesinde korkuları öğreniyorum ve artık korkuyu o kadar kolay satın almıyorum. Kitapların en önemli işlevi bu olsa gerek…




İzmir Mask Müzesi

Konak Belediyesi tarafından açılmış olan İzmir Necdet Alpar Mask Müzesi Türkiye'nin ilk mask müzesi olma özelliğini taşıyor.

Alsancak 1448 no’lu sokataki müze binası Hüseyin İnal Öz tarafından bağışlanmış, Giriş katındaki salonda, Tiyatro Maskları, Endonezya, Avustralya Aborjin Maskları ve çeşitli dini ritüellere ilişkin masklar gibi ilginç etnik masklar sergilenmekte.





Müzenin ilginç parçalarından biri Aziz Nesin’in ölüm maskı. Yapımı İstanbul Kemer Burgaz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Yar. Doç.Dr. Nedret Yaşar’a ait.



İz Bırakanlar salonunda ise pek çok ünlü ismin maskını görmek mümkün. Bunlardan bazıları, Deniz Gezmiş, Atilla İlhan, Mao Zetung, Troçki, Victor Hugo, Aşık Veysel, Uğur Dündar, Müjdat Gezen, Necip Fazıl Kısakürek, Metin Oktay, İsmet İnönü, Bülent Ecevit…

Müjdat Gezen, Ertuğrul Özkök, Erdoğan Aşıcı, Pervin Özdemir, Sunay Akın gibi isimler ise müzeye bağışlarda bulanarak önemli katkılar yapmışlar.

Müzedeki en özgün çalışmalardan biri de Eczacı Erdoğan Aşıcı’nın mürekkep balığı kabuğunun üzerine yapmış olduğu masklar. Erdoğan Aşıcı eczacılığın yanı sıra sanata gönül vermiş değişik teknikler deneyen bir ressam.

 
Sunay Akın ise “Çocuk Maskları” koleksiyonu ile katkıda bulunmuş müzeye.


Anadolu masklarının sergilendiği  salon ve İz Bırakanlar salonu İkinci katta. Binada ayrıca atölye ve arşiv de mevcut.

Anadolu’daki oyunlarla dünyadaki oyunlarda kullanılmış masklarla, kostümlerle karşılaştırmalı sergi ikinci katta. Buradaki objeler kursiyerlerin emeğiyle ortaya çıkmış. “Kalo Gağan” (Tunceli yöresinde yeni yılı karşılama şenliklerine verilen isim) ve “Köse Geli” (eğlenceli br orta oyunu) törenlerinin mask ve kostümleri sergilenmekte. Bu salonun bir diğer özelliği de farklı kültürlerin törensel ritüellerinin karşılaştırmalı olarak sergileniyor olması.
Müze, ayrıca mask sanatıyla uğraşmak isteyenlere de deri mask atölyesi, seramik atölyesi, normal mask atölyesi, geri dönüşüm atölyesi olmak üzere toplam dört atölye çalışmasıyla hizmet veriyor.




Küçük İskender Bostanlı'da

        21 Mayıs 2015  Perşembe günü hava güzeldi, Bostanlı Güzel Sanatlar Parkı güzeldi. Kuşlar, güneş, dostlar... hepsi hepsi güzeldi. Biraz gecikmeyle başlamış olsa da Küçük İskender'in söyleşisi ve şiir dinletisi de güzeldi. Geç geldiği için kendisine kızgınım :))  ama hadi itiraf edeyim dinleti güzelin de ötesinde harikaydı!


        Gelir gelmez neden geç kaldığını açıkladı. Kendisine İzmir insanın rahatlığından, genelde etkinliklere geç gittiğinden falan bahsedilmiş. Belli ki organizasyonu yapanlar, dinleyiciler gelsin diye beklemeyi ve oraya zamanında gelmiş olanları da bekletmeyi (tam 25 dakika) uygun bulmuşlar. İskender Bey de buna uymak durumunda kalmış. Ancak her etkinlik, gösteri vs zamanında gelenlere saygı amaçlı zamanında başlamalı.
        "Edebiyat Sokakta Güzel" sloganıyla düzenlenmiş olan etkinlik için Karşıyaka Belediyesi'ne çok çok teşekkürler. Bizlerle olduğu için Küçük İskender'e de teşekkürler.




1 Mayıs'ta Bodrum (2015)

 
        1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı'nda, OASİS Toplantı Salonu'nda Bodrum'dan Soma'ya merhaba dedik. Yazar dostumuz Serap Gökalp'in desteğiyle düzenlenen etkinliğe, Bodrum Kent Konseyi Kültür ve Sanat Meclisi Yazın Grubu ev sahipliği yaptı. Serap Gökalp yönetimindeki söyleşimize sevgili dostlarım yazar Buket Akkaya, yazar Deniz Moralıgil ve ben konuşmacı olarak katılırken, tiyatro sanatçısı, güzel insan Alev Tekoğul da kitaptan iki öykü seslendirdi.

        Hande Baba'nın derlediği, otuz yedi yazarın katkı koyduğu "Ölüm Vardiyası" kitabı Bodrumlular tarafından ilgiyle karşılandı. Duyarlı, ilgili dinleyici kitlesi ile buluşmak hepimizi çok mutlu kıldı. Bodrumlulara bir kez daha teşekkür :))) Ankaralı dostumuz, yazar İnci Gürbüzatik'in o gün sürpriz yaparak bizlerle olmasıyla günümüz daha da güzelleşti Etkinlik sonrası yapılan imzada pek çok kitap okurla buluştu. 

        Bu anlamlı etkinlik kapsamında öncelikle Bodrum Belediye Başkanı Sayın Mehmet Kocadon ve ekibine, Bodrum Kent Konseyi Başkanı Sayın Hamdi Topçuoğlu’na, Kültür Sanat Meclisi Genel Koordinatörü Sayın Rezzan Sebin’e,  Kent Konseyi Eş Başkanı Sayın Nuran Yüksel’e, öykülerimizi seslendiren Kent Konseyi  Sahne Sanatları Grubu Temsilcisi Sayın  Alev Tekoğul’a, organizasyonu gerçekleştiren değerli dostumuz Yazar Serap Gökalp'e, Yazın Grubuna  ve etkinlik günü ve akşamı bizi yalnız bırakmayan, dostluğunu, ilgisini esirgemeyen tüm Bodrumlu dostlara teşekkür ederiz.
Alev Tekoğul

Şule Süngü

Bir teşekkür de ÇYDD Gençlik Komisyonundan sevgili Şule Süngü’ye. Şule Süngü etkinliğin bitiminde bizlere Somalı kardeşlerine yazdığı mektubunu okudu.

Soma’daki kardeşlerime,

Nasıl başlayacağımı ya da ne yazacağımı bilmiyorum. Ama tek bildiğim sizin yanınızda olmayı çok istememdi. Şu an orada değilim ama bu mektupla sizlere ulaşabilmek bile büyük bir şans benim için. Bunun için öncelikle Meltem Hocama çok teşekkür ediyorum. Ben Şule Süngü. Üç yıldır Çağdaş Yaşamlayım. Bodrum’da yaşıyorum. Seneye liseli olacağım ve ben nereye gidersem gideyim Çağdaş Yaşamı bulacağım. Belki yine böyle bir proje yapılır, sizinle buluşurum diye umuyorum. Ama şimdilik bu mektupla yetineceğim. Neler hissettiğinizi bilemem ama hislerinizi benimle paylaşmanızı çok isterim. Siz de elinize bir kâğıt kalem alıp bana mektup yazarsanız (isterseniz resim de olur) çok sevinirim. Çünkü ben oraya sizi dinlemek daha sonra da eğlendirmek, destek olmak için gelmek istedim. Biliyorum beni tam olarak tanımıyorsunuz ama lütfen bu çağdaş öğretmenlerinize bakın ve beni görün çünkü ben onlarım, siz onlarsınız ve hep onlar olacağız Her şeye rağmen güldüğünüzü görmek isterdim. Tanımasam da siz benim için çok değerlisiniz. Sizleri çok seviyor, çok öpüyorum. Bodrum’da bir ablanız, bir arkadaşınız olduğunu sakın unutmayın…



 
 

 
Sevgili Serap Gökalp sayesinde tanıdığımız güzel insanlarla birlikte...

Geliri, Soma'da babasını yitiren kız çocuklarının eğitimine giden kitabımızın yazarları:
Adil Okay, Ahmet Önel, Arzu Eylem, Ayşegül Kocabıçak, Berna Özpınar, Buket Akkaya, Deniz Dengiz Şimşek, Deniz Moralıgil, Engin Çetinbağ, Ersin Köseoğlu, Ertan Mısırlı, Eşref Karadağ, Gönül Çatalcalı, Güner Arslan, Halit Payza, Hande Baba, Hüsamettin Köseoğlu, Kezban Şahin Taysun, Merih Doğan Baysal, Murat Tuncel, Münevver İzgi, Nalan Yılmaz, Nazmi Bayrı, Nevzat Süer Sezgin, Nilgün Erdem, Nuran Türemen, Nursel Çetin, Nurten Çakır, Onur Çalı, Osman Günay, Semrin Şahin, Şaban Akbaba, Tamer Gökçel, Tayfun Ak, Yelda Karataş, Zeynep Yenen, Zürbiye İvdik.

 

Tatar Çölü ve Birey

Buzzati’nin Tatar Çölü isimli kitabı, ilk olarak Fransa’da basılmış daha sonra yirmi dile çevrilmiş etkileyici bir durum romanı. Ağırlıklı olarak psikolojik öğelerin kullanıldığı kitapta karakterler üzerinden topluma ve bireye yönelik verilen mesajlar, genel olarak yaşamı sorgulattığı gibi okura da kendi yaşamını sorgulatmakta.
Çok katmanlı yazılmış eserde yer alan surlar, tabyalar, nöbetçiler gerçekte sistem tarafından kuşatılmış bireylerin iç dünyasının surlarını, tabyalarını, nöbetçilerini sembolize etmekte. Kale ise özgür, bağımsız olabilmek için aşılması ya da yıkılması gerekendir. Okur roman boyunca mekândan bireye, bireyden mekâna ulaşır.

Romanın kahramanı Drogo, çevresiyle iletişimi fazla olmayan, içine kapanık özellikler sergileyen biridir. Hem sosyal hem de duygusal yalnızlık içindedir. Drogo’nun ilk görev yeri Bastiani Kalesi de benzer özelliklere sahiptir. Dış dünya ile iletişimi yok gibidir, çölün kenarında tek başına durmaktadır. Yani Drogo ve kalenin kaderleri aynıdır. Nasıl ki Bastiani Kalesi’ne ulaşacak yolları pek çok kişi bilmiyorsa, Drogo’nun da iç dünyasına ulaşacak yolları bilen yoktur ya da başka deyişle Drogo, içinde bulunduğu mutsuzluktan çıkacak, uzaklaşacak yolları bilememektedir. Romanda, kahramanın yalnızlığı, sevgi yoksunluğu vurgulanırken, mekâna da aynı vurgu yapılarak bu kavramlar daha görünür kılınmış.
Devletlerin ve bireylerin silahlanmaya giderek daha çok yöneldikleri dünyamızda “askerlik” kavramı fazlasıyla kutsanmakta. Dünyanın hemen her yerinde insanlar üzerinde aynı duyguları harekete geçiren “asker”, “ordu”, “vatani görev” gibi kavramlar, “Onurlu Erkek” olabilmenin ön koşullarından. Askerlik yapmış olmak, özellikle de askerliği meslek olarak seçmek, kişiyi çok daha ayrıcalıklı ve değerli kılmakta. Savaşta yaralanmak ve ölmek ise hem kişiye hem de ailesine çok daha üst statü kazandırmakta ve ölen kişiyi şehitlik mertebesine yükseltmekte. İşte tüm bu kavramlar ve sosyal güdülenmelerle donatılmış kale halkı savaşın çıkmasını neredeyse özlemle beklerler.
Eserde, sistemin kendi varlığını korumak için, yukarıda bahsedilen psikolojik etkileri kullanarak, insanları özne olmaktan çıkarması, kendine hizmet edecek nesnelere dönüştürmesi etkili biçimde anlatılmıştır. Romanda öne çıkan kavramlardan biri de “kader”. Drogo sayfa altıda adeta değiştirilemeyecek bir şeylerin olacağını, neredeyse dönüşü olmayan bir yola çıkacağını hisseder. Drogo’nun atı da sayfa yedide benzer duygular içindedir. Hayvan durgunlaşmış, yürüyüşü ağırlaşmış, adeta yaşamının değişmekte olduğunu sezinlemiştir. Drogo’ya göre geride bıraktığı yaşam “kolay ve hoş”tur. Sivil hayata dönmek elindedir ancak geleceğine istediği yönü veremez, kaleden hemen ayrılma olanağı varken, dört ay beklemeye karar verir ve sonuç olarak oradan hiç ayrılamaz.
Bastiani Kalesi, varlığını ancak kuzeydeki Tatar Çölü’nden gelecek saldırıyla kanıtlayabilecek derecede unutulmuş bir kaledir. Kalede yaşayan Drogo ve onun gibilerin de kaderi aynıdır. Onların da varlıklarını kanıtlamanın yolu savaştır. Öyle ki Drogo düşünde kahraman olduğunu, kralın kendisini tebrik ettiğini görür. Ortiz ise yıllardır beklediği savaşın, emekli olup kaleden gittikten sonra çıkmasını kesinlikle istemez. Savaşın, tam emekli olmuşken çıkmasını, kendisi açısından büyük haksızlık olarak değerlendirir. “Belki de savaş olsaydı bir işe yarayabilirdim… görüldüğü gibi beş para etmem.” der. İşlenen savaş arzusu, aynı zamanda bireyin içinde eridiği yoksunluklardan kurtulma ve kendini değersiz görme duygusundan arınma arzusudur. Bir şeyler için mücadele, elbette ki yaşamı daha anlamlı kılacaktır. Bu açıdan günümüze bakacak olursak, giderek yalnızlaşan, hatta mevcut sistemin politikası olarak planlı şekilde yalnızlaştırılan birey,  “değer olma” arzusunu tatmin edemediği takdirde doğaldır ki savaşa gitmeye kolaylıkla boyun eğecek hatta savaşın baş savunucusu olacaktır. Çünkü savaş, hayalinde olmak istediği kimliği kuşanabileceği ilk ve son fırsattır belki de.
Bu noktada okur şu sorunun cevabını da bulmak durumundadır. “Drogo, değiştiremeyeceği yazgısı nedeniyle mi, kişilik özellikleri nedeniyle mi, yoksa yaşamı boyunca sistemin değer yargılarının dayatılması, zorla benimsetilmesi nedeniyle mi kalmıştır kalede?”
            Kalede yaşam öylesine durgundur ki surların önünde başıboş gezen bir atın varlığı herkesi heyecanlandırır. Dışarıda kargadan, kertenkeleden başka hayvan görmeyenler için bir at görmek inanılmazdır. Sıradışı durumun yarattığı heyecan, kuraldışı davranışları da beraberinde getirir. Kalenin giriş parolasını bilmediğini hesaba katmayan Giuseppe Lazzari, atı getirmek üzere coşkuyla surlardan dışarıya çıkar. Atı yakalar ve döner. Nöbet tutmakta olan Arap lakaplı arkadaşına “Nöbet şefine kapıyı açmasını söyle! Atı yakaladım. Ama çaktırmadan hareket et, yoksa beni içeri tıkarlar!” der “ama nöbetçi artık Arap değildi; o artık sadece sert bir çehreyle silahını kaldıran ve arkadaşına nişan alan bir askerdi.” Arap, onun her gün şakalaştığı arkadaşı da olsa kuralları, emirleri uygulamak zorundadır. Silahtan küçük bir kıvılcım çıkar, Lazzari’nin “Ah Arap! Vurdun beni.” diyen sesi duyulur. Askeri kurallar Lazzari’nin hayatından önemlidir.  
Diliyle, okura yüklediği duygularıyla, yarattığı psikolojik atmosferiyle, romanın en büyüleyici bölümü Angustina’nın zarafetle ölüme yürüdüğü satırlardır. Onun doruktaki mücadelesi, ne yüzbaşıyla ne de doğayladır. O, kendisiyle savaşa girmiştir ve tıpkı Drogo’nun deneyimlediği gibi en büyük savaş, insanın kendisine karşı verdiği savaştır. Angustina, henüz resmileşmemiş sınır bölgesinin belirlenmesi eyleminde görevli olmadığı halde gönüllü olarak tepeye doğru yürüyüşe geçer. Onun yürüyüşe katılma isteğini kimse anlamasa da kendisi nedenini çok iyi bilmektedir. Amacı, bedensel ve ruhsal zayıflığını alay konusu yapanlara kendini kanıtlamak, gerekirse ölümüyle destan yazarak yaşadığı hayatı anlamlı kılmaktır. Tepeye vardıklarında, dondurucu soğukta çok üşümesine rağmen, kırılgan görünmemek için parkasını giymez, yüzünü korkusuzca ölüme döner. Çünkü kendinden vazgeçmiştir, onu bu noktaya getiren şey de yaşadığı hayatın boşluğu ve içindeki yalnızlığın derinliğidir.
Kaleye geldikten aylar sonra Drogo annesini ve şehrini ziyarete gittiğinde, sevdikleriyle arasına kocaman bir zaman parçasının girmiş olduğunu fark eder. Eskiden oğlunun ayak seslerine çok duyarlı olup uykusundan uyanan anne değişmiştir. Zamanın ve mesafelerin insan ilişkilerine yaptığı acımasız tahribat bu ziyaretle su yüzüne çıkmıştır. Drogo’nun yaşadığı hayal kırıklığının tek öznesi annesi değildir. Sevdiği kız Maria da ona uzaktır ve muhtemeldir ki anne ve Maria da Drogo’yu kendilerine uzak bulmuşlardır.
            Drogo’nun hasta olması ise onun için büyük hayal kırıklığıdır. Yıllardır kuzeyden beklenen saldırı artık gerçek olmuştur ancak savaşacak gücü yoktur. “Tanrım ne olursun iyileşeyim, yalvarırım hiç olmazsa altı yedi gün iyi olayım” der. Ne pahasına olursa olsun surlara gitmeli, yarbaya savaşacak durumda olduğunu göstermelidir. Ancak yarbay, sağlık nedenleriyle onu kaleden uzaklaştırmayı düşünmektedir. Verilen karar Drogo için yıkımdır. Kendisiyle yaptığı savaşı çoktan kaybetmiş olan kahramanın yaşama tutunmasını sağlayacak esas savaş kapıya gelmiştir ancak o oyun dışına itilmiştir. Bastiani Kalesi varlığını, yüzyıllar sonra da olsa kanıtlayabilecektir fakat Drogo’nun kendini kanıtlama şansı kalmamıştır. Yıllar boyunca sahip olduğu en büyük düşünü yitirmiştir. Şimdi herkes savaşa giderken o onursuz biçimde ovaya iniyordur.  Hastadır. Kimsesizdir. Dünyada onu kendisinden başka sevecek kimse yoktur.
            Kişinin var olma çabasının, içinde yaşadığı toplum tarafından kabul edilme ve önemsenme arzusunun vurgulandığı romanda, beklentilerini elde edememiş biri olarak, ölümün karşısına “asker” gibi çıkıp kandırılmış yaşamını, gülümseyerek sonlandırmak da Drogo’nun seçimidir.
“Haydi, biraz cesaret Drogo, bu senin son kâğıdın, ölümün karşısına bir asker gibi çık ki hiç olmazsa kandırılmış yaşamın güzel bitsin. Yazgıdan intikamını al… Gölgenin sınırını resmigeçitteymiş gibi dimdik, kararlı bir adımla aş, hatta becerebilirsen gülümse.”
Tatar Çölü, hayatını anlamlandıramayan, uyum sorunu yaşayan, kendi yarattığı kaleye hapsolmuş birey(ler)in romanı. Onu kurtaracak olansa, insanı önemseyen, yalnızlaşmanın kader olmadığı bir sistemde severek ve sevilerek yaşamak.

Dino Buzzati
Tatar Çölü  / Çeviren: Hülya Tufan
İletişim Yayınları
232 sayfa


Varlık Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi / Şubat 2015

Tene Değil Cana Değenlerin Romanı "ELENİKA"

Handan Gökçek, yeni romanı Elenika’da, yaşamaktan vazgeçen iki kişinin iç dünyasına götürüyor okurunu. Eleni, sevdiği adamı kaybetmiş ve ölümü dört gözle bekleyen seksen yaşlarında eski bir kantocu, Birgen ise şiddetli ağrılar çeken ve ölmek için inzivaya çekilmiş genç bir adam.
Yazar, eserde insan sevgisini ve ölümü öne çıkartarak, her iki kavramın da dönüştürücü gücünü başkahramanların üzerinde kullanıyor.

Tarih boyunca Türkler ve Rumlar, din, kültür farklılıkları nedeniyle bu topraklar üzerinde çeşitli sorunlar yaşamış olsa da ne yazık ki Rumlar için hiçbiri 6-7 Eylül olaylarındaki kadar acı ve tahrip edici olmamıştır. Kalemini, roman boyunca kamera gibi kullanarak, güçlü görsel anlatım yakalayan Gökçek, o günkü siyasal dalgalanmanın neden ve sonuçlarına detaylıca değinmemiş olsa da olayı roman düzlemine taşıyarak okura anımsatmayı görev bilmiş. Karakterlerinin çoğunu, azınlık kesim insanlarından seçerek yakın tarihimizin bu hazin dönemine ışık tutmuş. Bir önceki romanı Ah Mana Mu’da her türlü ayrımcılığa ve ötekileşmeye karşı duran Handan Gökçek’in, ilkeli duruşunu sürdürdüğünü görmek sevindirici.
Olumsuz siyasi atmosfer ve Eleni’yle Birgen’in tükenmiş yaşam enerjilerine karşın kitapta “insan sevgisi ve aşk” öne çıkan iki kavram. Okuma süresince okur, irili ufaklı pek çok sevgiye tanık oluyor. Toma’nın Eleni’ye olan sevgisi bir babanın kızına duyduğu sevgi gibi. Niko ve Eleni’nin gözleri birbirinden başkasını görmüyor. Stavros, seksenli yaşlarını süren Eleni’ye âşık olmayı sürdürüyor. Niko,’suna kavuşmak için ölümü özlemle bekleyen Eleni, çektiği onca acıya rağmen kalbinin bildik duygularla çarpmasına engel olamıyor ve hayatının son aşkını, kendisine âşık olan genç Birgen’de yakalıyor. Nazif ise Niko’yu öylesine umutsuzca seviyor ki mutlu olması için, onun Eleni ile birlikte kaçmasına yardım ediyor. Kıptı İbrahim, Muallim Ferit ve Hasan Efendi Eleni’den hep bir umut ışığı bekliyor.
Stavros, romanın, ayrımcılığa karşı duruş sembollerinden biri. “… onun adı Ayşe nine ya da Fatma teyze değil onun adı Eleni, gâvur ya hani. Üstüne bir de şarkıcı. Bin asır da geçse içinizdeki bu kin, bu önyargı geçmez sizin gibilerin.” diyerek savunur Eleni’yi, hakkında dedikodu üretip onu cadı olmakla suçlayan mahalle halkına karşı.  Dikkat çekici bir diğer karakter de Muallim Ferit’tir. Olaylar çıktığında, sağduyulu davranır, saldırganların önüne dikilerek pek çok Rum’un zarar görmesini engeller.
Cunda Adası’nda geçen romanda, kantocu Eleni’nin yaşamından kesitler geri dönüşlerle veriliyor. Ömrünün son günlerini kimseyle görüşmeden geçiren kadının tek arzusu, yıllar önce kaybettiği Niko’suna bir an önce kavuşmak.  Eleni, dünyadan gidişini hızlandırmak için alt katına taşınan Birgen’den yardım ister. “… yaşam ve ölüm. Tanrı’nın eteğinde oynayan iki çocuk… Benim yaşamımın en haylaz olanı, bıkmak nedir bilmiyor. Al bu bedeni benden çocuk. Yardım et bana… Müzik sussun, çiçekler düşsün toprağa… Yardım et…”  Oysa ölmek için yardım istediği Birgen de adaya aynı nedenle gelmiştir. O da gün geçtikçe artan ve onu ölüme daha çok yaklaştıran ağrılarından kurtulmak istemektedir. “Can ne kadar büyükmüş meğer… Hayat yakana yapışmadan önce, yani her şey kan-ter içinde değilken, herkes anlıyormuş bizi meğer. Anlamayan bizmişiz… Hani kırılan dal, parçalara ayrılan bulut, ‘sen’ diye adlandırdığımız ülke, bu ülkede yitip giden özgürlük… Şimdi o ülkeyi terk etme vakti. Şimdi ‘ben’e doğru uzanan uzun bir yolculuğa çıkma zamanı…” Birgen’in amacı, kendisini kimsenin tanımadığı adada yaşamını sonlandırmaktır. Yanında taşıdığı siyanürlü minik bir ilaç, tüm ağrılarını sonsuza kadar dindirebilecektir. “Masanın üzerindeki ağrı kesici şişesine takıldı gözleri. Şimdiye kadar şansı hep yaver gitmiş, iki hap kalmıştı içinde bir tanesi onu sonsuzluğa taşıyacak olan siyanürlü haptı. Şişeyi avucuna döktü, iki beyaz nokta, biri yaşam diğeri ölüm…”
Bir süre minik beyaz hapı ince, uzun parmakları arasında gezdirdi. Bir yudum su içti. İkinci yudum ölüm olabilirdi. Bu kadar kısa mesafede duruyordu işte son. Yaşam bir nefesse, ölüm bir yudumdu. Bütün dünya derin bir sessizliğin içine doğru gömüldü yeniden, sonra aniden üst kattan gelen tıkırtılar. Yukarıdaki kadın…
Eleni ölebilmek için Birgen’den sıklıkla yardım ister hatta kimi zaman ona yalvarır. Birgen, ölüm ilacını onun ilaç kutusuna bırakma konusunda kararsızlık çeker ve bu ikilem okurun kafasında romanın sonuna kadar önemli bir merak unsuru olarak kalır.
Eleni, gün geçtikçe yüreğine değen, ağrılarını azaltan kemanın sesini daha da umutla beklemeye başlar. Yaşlı bedeni, yıllardır evden dışarı adım atamazken, bahçedeki büyük ağacın altında kahvaltı yapmayı düşünecek kadar enerjiyle dolar. Birgen ise adının anlamı gibi “yalnız adam”dır ama yine de her gece, üst kattan gelecek baston tıkırtılarını umutla bekler.
Romanın bir diğer dikkat çeken özelliği de içinde barındırdığı müzik. Kıpti İbrahim’in üflediği neyle başlayan eser keman sesiyle sürer ve bu seslere baston tıkırtıları eşlik eder. Müzik, kimi zaman öylesine ön plandadır ki keman tüm sesleri bastırır ve dünyanın eski seslerine kavuşabilmesi için Birgen’in kemanı bırakması gerekir.

 “Sözde değil özde istiyorsan şayet tene değil cana değeceksin.” diyen Mevlana gibi romanın kahramanları da aralarındaki onca yaş farkına karşın birbirlerinin canına değmeyi başarırlar.  
Aşk, Toma’nın dediği gibi midir? İki türlü aşk vardır Elenikimu biri canını verir diğeri canını alır.”
Ölmeyi düşleyen bir kadını, ölmek üzere olan bir adam” hayata bağlayabilir mi? Birgen, elindeki siyanürlü tek ilacı, “Yalnız ölmeme izin vermeyeceksin değil mi?” diye yalvaran, âşık olduğu kadına içirir mi yoksa o ilacı kendisine mi saklar?
Siyanürlü ilaç, yanlışlıkla ona benzeyen diğer ilaçların arasına karışırsa ne olur?
Bu soruların yanıtlarını öğrenmek ve aşkın gücünü hissetmek istiyorsanız, akıcı anlatıma sahip olan, edebiyat tadı yüksek ‘Elenika’ sizleri bekliyor.

Handan Gökçek
Elenika
Roman / 167 Sayfa
Yakın Kitabevi Yayınları


Varlık Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi Ekim-2014

Matruşka Yaşamların Romanı - İsimsiZ

Yaşam bin bir sürprizle dolu. "Kulağının dibindeki sesi duymalı insan. Masalı matlatmadan. Narları çatlatmadan.” Kimse kaderini kendi çizemiyor, olacaklara engel olamıyor. Zor koşullarda, matruşka bedenlere sığınmak bazen kaçınılmaz oluyor.
Geçmiş yıllarda, “Hiçbir Şeyin Beklentisi”, “Yedi Yeşil Fil”, “Güvercin Beyazı” isimli öykü kitaplarıyla adından söz ettiren Gönül Çatalcalı’nın ilk romanı İsimsiZ, büyük yanılgıları, hataları anlatıyor. Görünenin ardındaki görünmeyeni gösterirken, gücünü edebiyattan alıyor, cümleler, su berraklığında akıp gidiyor.

Kimseye haber vermeden ortadan kaybolan Gül’ün geçmişi, kocası Hakan’ın gerçeğe ulaşma çabası, çektiği acılar, hiç tanımadığı Talin’e farkında olmadan yaptığı yardım masalsı bir dille anlatılıyor romanda. Bölüm aralarındaki ara sözlerin başlıkları roman ilerledikçe kırpılmış, azalmış. ARASÖZ – RASÖZ - ASÖZ – SÖZ – ÖZ – Z… Tıpkı Gül’ün Selvi’nin, Hakan’ın, diğerlerinin ve bizlerin tükenmekte olan yaşamları gibi.
Her şey bir anda değişir, renkler solar, umut biter mi? Her çaldığınızda açılmış olan kapının, aslında size hiç açılmamış olduğunu bir gün görmek… Yaşamda karşılaşılacak en büyük darbelerden biri. Yakınını kaybeder gibi bir gerçeği kaybetmek! Üstelik sadece baktığınız ama görmediğiniz için. Belki de siz, hep o kapının dışındaydınız da hiç farkında olmadınız. Her gün içeri girmiş, o evin koltuklarında oturmuş, banyosunda yıkanmış, mutfağında dolanmış olsanız bile. Böyle bir durumda tüm gerçekler yiter, yaşam adeta kurguya dönüşür. İşte romandaki, Hakan’ın içinde bulunduğu durum böyle bir şey.
Yanı başındaki kişiyi, hayat arkadaşını ne kadar tanır insan? Ya kendini? Eşim dediğin insan ne kadar aittir sana? Bildiklerin ne kadar gerçektir? Sorular… Sorular… Düğümler çözülmeye başladıkça Hakan, “Yıllarca yalanlar üzerine mi kurdum hayatımı ben? Gerçekte olmayan bir kadını mı sevdim? Ben kime âşık oldum, bir gölgeye mi?” diye sorar kendine.
Okur, kitap boyunca pek çok yaşama girer çıkar. Kahramanların gizli dünyalarını gezer, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, gerçek diye bilinen kimi şeylerin koca bir yalan olduğunu anlar.
Çocukluğunda 6-7 Eylül olaylarına tanık olan Trevor kendini şöyle tanımlar  “Lise ikiden terkim… Hayat okulunu duymuşsundur çocuğum, işte oranın devamlı talebelerindenim ben. Tökezleye, sınıfta kala hâlâ bitiremedim.” Planlı ya da plansız, kimseye zara vermemiş biridir Trevor. Bu özellik iyi bir insan olmaya yeter mi? Ya varlığını önemsemeyerek en yakınındakilere zarar vermek, hiç dokunmayarak, sevgisizlikle birini öldürmek. Bu suçluluk duygusuyla yaşamak, kendiyle hesaplaşmak… Bu duygularla Trevor, “Hayatımın hiçbir anlamı yok Aram, bakma sen yaşadığıma… Bedenimi sürüklüyorum yalnızca.” der. Aram içinse “anlam” denen şey farklıdır. “Anlamı yüksek yerlerde aramayasın be Trevor, aldığın her nefes Tanrıya ödenmiş borcundur. Şurada ettiğimiz iki çift laf… İçeride yakacağın her mum… Annene, oğluna, karına… Şu çiçeğe attığın bakış…”.
Çatalcalı önsözde “İstanbul’un bin bir yüzüydü prizmadan yansıyan.” diyerek şehri imlese de çok yüzlü olan sadece şehir değildir. Parçalanmış yaşamlar,  yüzleşmekten korkulan, unutulmak istenen geçmişler, beklemeye alınmış intikamlar… prizmanın başka yansımalarıdır.
Hakan’la Gül’ün üst katına taşınan Selvi “bekleyen”dir hem de sabırla. Sararıp solan, son anda yine de yaşama tutunandır. Gözyaşları uzun yıllar dinmez. Başına gelenlerin, uğradığı ihanetin nedenini bulmaya, anlamaya çalışır. Her sabah bedenine üflenen yaşama gücüyle ayakta kalır. “Sokakları gözyaşlarıyla yıkanıyordu bu kentin her akşam; her sabah yeniden doğuruyordu ana tanrıça, yaşama gücüyle bir kez daha dolmuş bedenleri”. Yaşama tutunabilmek için “… kendi yaralarını yine kendi sarmak, her sabah bu mucizeyle yeniden hayata açılmak…” zorundadır.
Gül’le Selvi’nin gizleri, huzur bulamayan ruhlar, matruşka yaşamlar, kendini saklayanlar, suçsuz suçlular…
İnsan olmaya dair pek çok şeyi içeren İsimsiZ duru, akıcı, edebiyata yaslanmış diliyle okuru heyecana sürükleyen, gerilimi yüksek bir roman.

Gönül Çatalcalı   /  İsimsiZ (2014)
Roman (263 Sayfa)  /  Tekin Yayınevi


Aydınlık Kitap Eki / 12.12.2014 Yıl:3 Sayı:146

Güvercin Beyazı Öyküler


Gönül Çatalcalı’nın 2006 yılında yayımlanan “Hiçbir Şeyin Beklentisi”, 2009 yılında yayımlanan “Yedi Yeşil Fil” kitaplarının ardından çıkan son kitabı “Güvercin Beyazı” toplam kırk öyküden oluşuyor.
Yazar, kitabındaki “Okulev” başlıklı yazısıyla, şair Dinçer Sezgin ve eğitimci eşi Nevzat Süer Sezgin’e destekleri için teşekkür ederek, günümüzde giderek azalan değerbilirliğin güzel bir örneğini vermiş.
            Önceki ktaplarında olduğu gibi bu kitabında da çevresini dikkatle inceleyen, her şeyi didikleyen Çatalcalı, kent insanını ya da yolu şehre düşmüş kırsal kesim insanını ele alarak yaşamın pek çok alanına mercek tutmuş.

Metinlerde işlenen konuların ortak paydası, insan olmanın, insanca yaşamanın zorluğu. Derinlikli anlatım, karakterlerle aranızda köprü kurup sorgulamaya zemin hazırlıyor. İnce işçilikle oluşturulmuş kahramanlar, yakınınızdaki komşunuz, mahallenizdeki bakkalınız, bir arkadaşınız ya da şu anda sokağınızdan geçmekte olan atık kâğıt toplayıcısı olabilir. Bir ‘göz’ olarak her şeye yukarıdan bakan yazar, bu tavrını tüm kitap boyunca sürdürüyor. “Çatıdaki” öyküsü bunun güzel bir örneği. Çatalcalı’nın gözlem gücüyle, olayların içine kolayca girmek, Elâ, Rıza, Neriman, Ekrem, Fidan, Salih, Fulya ve diğerlerinin peşine düşmek, hatta onlara dönüşmek çok kolay.
            Kitabın, üç cümlelik ilk öyküsü “Hokkabaz”, kapitalist sistemde bireye yüklenen beklentilerin boyutunu gözler önüne sererken, diğer yandan bizlerin de aynı algıyla kuşatılmışlığını gösteriyor. Güçsüze yaşama şansının tanınmadığı bu yapıda, bireyin başarılı olması yetmez. Çok daha başarılı olması beklenir. Yani, eskiden silindir şapkanızdan tavşan çıkartmanız yeterliyken artık tavşandan şapka çıkartmanız istenir. Ne yazık ki pek çok insan tüketimin bir nesnesi olarak bu çarkın içinde kaybolur gider.
İnsanoğlunun olaylar karşısındaki çaresizliğine, küçük değişikliklerin büyük ve beklenmedik olaylara yol açabileceğine vurgu yaparak, yaşamın planlanamayan yanına işaret eden “Kelebek Etkisi” isimli kısa öykü, Haldun Taner’in, 1953 yılında yazmış olduğu “Şişhaneye Yağmur Yağıyordu” adlı uzun eserine gönderme niteliğinde. Aynı konuyu işleyen biri uzun, diğeri çok kısa olan bu metinler, öykünün anlatım olanaklarını görmek bakımından oldukça ilginç.
Yazar, kısa ve vurucu anlatımlarla okurun zihninde geniş pencereler açmayı başarıyor. Yetiştirme yurdunda defalarca tacize uğrayan, derdini kimselere açamayan Elâ, kendini değersiz hissetmesini “Hangi çocuğa kirli ellerimle şeker uzatabilirim, sokaklarda, parklarda?” cümlesiyle anlatır. Kimsesiz çocuklarımıza sıcak barınak olması gereken yetiştirme yurtlarının ne yazık ki bilinen ama görülmek ya da kabul edilmek istenmeyen bir yanına parmak basan “Saç Diplerimde Karıncalar” öyküsü, kafalarda sorular oluşturmakla kalmıyor, olan biteni görmezden gelmiş, duyarlılığı az olan okurlara da sorumluluk yüklüyor. 
“Güvercin Beyazı”, toplum tarafından kabul edilmeyen pek çok “öteki”yi içermekte. Yazar, onların insan yanlarını, sevgilerini, sevinçlerini, hüzünlerini ince ince işlemiş. İtilip kakılmanın birey üzerindeki olumsuz etkilerinin ince ayrıntıları, öyküler zorlanmadan aktarılmış. Örneğin, mahalleli tarafından ötekileştirilmiş Neriman Hanım, kendisi gibi kabul görmeyen atık toplayıcısı Rıza’ya yardım elini uzatır, evinden taşınırken Rıza’yı da beraberinde götürür. Böyle bir durumun gerçek hayata uygunluğu tartışmalı olsa da büyülü öykü dünyasında, kimliksiz birinin, nesne olmaktan çıkıp özne olduğunu görmek umut verici.
Kitabın diğer yürekli kadını Fulya, öğretilmiş davranış biçimlerinin dışına çıkan bir karakter. Yazar, kadının bedeni üzerinde, sadece kendisinin söz sahibi olacağı mesajını vererek, alışılmış kadın algısını bozuyor. “Toni” öyküsü bu yönüyle diğer öykülerden oldukça farklı. Kadını kimliksizleştirilmeye ve bedenini baskı altına alınmaya çalışan zihniyete karşı duran bu ve bunun gibi metinlere günümüzde daha da çok ihtiyaç var. Edebiyatın dönüştürücü gücünü arkasına alarak tüm yazarların ve özellikle kadınların, baskıcı zihniyete dur diyecek yazılarının çoğalmasını dilerim. 
            İçinde bulunduğumuz kapitalist sistemin dayatmaları karşısında, giderek kaybolan insani değerlerimizin yerini ne yazık ki “iktidar ve para hırsı” almakta. “Savaş alanında, bir objektifin arkasından bakarak, iki adım ötedeki ölümü izlemek ve o anı en iyi şekilde görüntülemeye çalışmak, meslek aşkıyla açıklanabilir mi? Savaş fotoğrafçılığı, acımasız düzenin en uç örneklerinden biri mi? Görüntü avcılığı için yola çıkan bu cesur insanlar, kalplerini nerede bırakırlar?” gibi sorular “Savaş Fotoğrafları”nı okurken zihninize üşüşüyor.
 Bir diğer ilgi çekici öyküde de mülkiyet duygusu gelişmemiş bir halk konu ediliyor. Çingene olduğu sezdirmeyle verilen Salih, aşkı için yerleşik düzene geçmeyi düşünse de büyük toplumsal farklar nedeniyle bu düşünü gerçekleştiremiyor ve göçe devam kararı vermek zorunda kalıyor. Öyküyü bitirdiğimizde, Çingene halkı için göç olgusunu olağanlaştırmış zihnimiz farklı düşünmeye başlıyor.
Kısaca değinmeye ve iletilerini aktarmaya çalıştığım öykülerin yanı sıra, insanlık suçu ‘işkence’, düşünce suçu nedeniyle hapise giren birinin hücresinde bomboş, düşünmeksizin günlerini tüketmek zorunda kalması, otoriter, totaliter rejimlerin yaratmaya çalıştığı ‘korku toplumu’ gibi günümüz insanını doğrudan ilgilendiren pek çok konu da kitapta okurunu bekliyor.
Türkçenin doğru kullanımını önemseyen yazarın anlatımı akıcı, dili sade. Kitapta, canınızı yakan öykülerle birlikte, mizah ögelerinin kullanıldığı güldüren, gülümseten öyküler de var. Okudukça, acısıyla, tatlısıyla yaşamın pek çok noktasına değmiş olacaksınız.

            “Öykü geliyorum demez, çıkar gelir... İrili ufaklı. Kimi zehir, kimi panzehir, kimi orta şekerli...” diyen Gönül Çatalcalı’nın küçük anlardan büyük anlara evrilmiş güvercin beyazı öyküleri, kitap bittiğinde içinizde kanat çırpmaya başlayacak.

Gönül Çatalcalı
Güvercin Beyazı
Öykü / 168 Sayfa
Pupa Yayınları-2011

Çini Kitap  Edebiyat, Kültür-Sanat Dergisi  Eylül-Ekim 2014 Sayı:26