Yayla
Boztaş’ın ilk kitabı “Çayım Çiçek Kokuyor” Nezih-Er Yayınları tarafından
Nisan 2016’da basıldı ve baskıdan çıkar
çıkmaz Tüyap İzmir Kitap Fuarı’nda okuruyla buluştu. Kapak resmi yazara ait
olan kapağın tasarımı oğlu Ekin Boztaş’a ait.
Yirmi yedi öykü içeren,
yüz doksan altı sayfalık kitap alışılmış öykü kitabı kalınlığından fazla. Bu
durum yazarın epeyce biriktirmiş olduğunu, yazdıklarını okurla buluşturmakta aceleci
davranmadığını düşündürüyor insana.
Öykünün ne
olduğunun ayırdında olmayan yazarlar, eserlerinde vurucu etki yaratma adına(!),
ölümlerin, hastalıkların, ağır travmaların birey üzerindeki yıkımlarına
sığınarak öyküyü tariflemeye çalışmakta ve eserlerine de bu bakış açısıyla yön
vermekte. Oysa Çayım Çiçek Kokuyor, bunların tam tersine, küçük insanların
sorunlarını usul usul, telaşsız ve ince detayları yakalayan bir üslupla okura aktarmakta.
İlk kitap olduğunu
düşünecek olursak Yayla Boztaş zor yolu seçerek kalemini yetkinleştirmeyi
tercih etmiş, küçük eylemlerden, olaylardan, büyük sonuçlar, anlamlar
çıkartmaya çalışmış ve bunu başarmış. Onun öykülerinde acınası hayatlar,
beklenmedik olaylar yok. Her şey günlük yaşamın sıradanlığı içinde akıp gider.
Kahramanı bir vapurda geziyor olabilir ya da sevgisiz, sohbetsiz kahvaltı
masasında, eşiyle değil de kendi iç sesiyle konuşuyor olabilir.
Bir kitaba isim
vermek öykücüler için pek de kolay değildir. Genel tercih öykülerden birini ad
olarak seçmek olsa da kitabın ruhunu kapsayacak, bağımsız bir isim bulmak da
mümkündür. Okur çeşitliliğini düşünecek, olursak beğenilerin aynı öyküde
buluşma olasılığı pek de yüksek olmayabilir. Ancak Yayla Boztaş, çok doğru bir
kararla, bütünü kapsayacak bir öykünün adını vermiş kitabına. Çayım Çiçek
Kokuyor adlı öykü, kitabın en iyisi olma iddiasında olmayıp tüm öyküleri içine
alan şemsiye niteliğindedir ve bu özelliğini alttaki satırlarla kazanır
yüklenir.
Kitaptaki
kadınlar çoğunlukla kendilerini istedikleri gibi ifade edemeyen, özleriyle var olmayı
başaramayanlardır. Yukarıdaki paragrafta okuduğumuz gibi ağacı baba dikmiştir. Yazar,
baba figürüyle erk’e de gönderme yapar ve onun tarafından onaylanma geleneğini ve arzusunu da vurgular. Günü geldiğinde, aslında
portakal değil de turunç olduğu yani “öz”ünün farklı olduğu anlaşılınca, diğer
bir ifadeyle, tohum, erk’in istediği gibi tutmayınca ağaç ne yazık ki hak
ettiği değeri göremez ve kimsenin el uzatmadığı meyveleri dökülür gider. Sonuç
olarak o da kendini unutturma yolunu seçer, günümüzde kendi öz varlığıyla var
olmayı başaramamış pek çok kadın gibi.
Metne bakışımızı
biraz daha genişletirsek bu satırların, erk’in erkek çocuk tercihine gönderme
yaptığını da düşünebiliriz. Erkek çocuk sahibi olma arzusuyla dolup taşan
feodal zihniyet, dokuz ay sonra kucağına kız çocuk verildiğinde elini ona
uzatmak istemez(!).
Bu tür
değerlendirmeler elbette ki çoğaltılabilir, farklı yaklaşımlar bulunabilir. Bir
şiirin ya da öykün yorumlanması, bireyden bireye değişebileceği gibi bireyin
farklı dönemlerdeki okuma biçimlerine göre de değişkenlik gösterebilir.
Yayla Boztaş’ın
dili güçlü ve anlatımı son derece akıcı. Kakafoniye düşmüyor, okuru yormuyor,
uzun cümlelerden kaçıyor. Zengin bir anlatımı var. Bazı öyküleri, acaba gerçekten tüm bu olanlar
yaşandı mı dedirtecek kadar canlı.
Yazar ağırlıklı
olarak dünyaya kadının penceresinden bakıyor. Öykülerden birindeki defterinin
adı bile “Kırmızı Kız”. “Hele Bir”
öyküsü, anlatıcının erkek olduğu nadir öykülerden biri. Kitaptaki öykülerin altı
yedisi ya doğrudan erkekleri, onların sorunlarını anlatır ya da erkek-kadın sorunlarını
birlikte anlatır. Kalan öykülerin tamamı yalnızca kadınları anlatır.
Kitaptaki konular
oldukça çeşitli. Zamansızlık, hayvan sevgisi, anne özlemi, kadının farklı
yöntemlerle ezilmesi, istenmeyen kız çocuk (Günah adlı öyküde kız çocuk “dişi
çakal” dır), geçmişe / anılara bağlılık, dayatılan evlilik zorlaması, karı-koca
ve anne-kız iletişimsizliği, askerliğini yapmayana, işi olmayana kız
verilmemesi, geleneklerin altında ezilme gibi.
Yayla Boztaş’ın öykülerinde
hiciv önemli bir yer tutmakta. Kara mizah da sıklıkla başvurduğu bir anlatım
yöntemi. Oturaklı Kadın öyküsü her iki özelliği de barındırması bakımından bu
yazıya konu edilebilecek farklı bir öyküdür.
“İşte
o gündü; kendimi kağıdın çizgileri arasına sıkışan harfler gibi duyumsamaya
başladım…
Satır
arasına “Düşlerimi yok ettiniz.” diye yazdım. Noktanın altına saklandım. Annem
koşup noktayı kaldırdı…
…
cümlede ne kadar nokta varsa atıp kocamı noktaladım… “Deli karı sonunda iyice
kafayı yedin” diye bağırırken silgiyi düşürdü elinden. Silgiyi kaptım üst
çizgiden geçebileceğim kadar bir yer sildim; hop dışarıdaydım… Kalemle kalın
kalın karaladım sildiğim yeri…
Kocam
arkamdan işaret parmağını sallayıp “Görürsün sen deli karı, tıktıracağım seni
tımarhaneye,” diye bağırıyor. Ama silgi bende!
Boyama Kitapları
isimli öyküsünde ise zihin karışıklığı yaşayan, geçmişi doğru anımsamakta
güçlük çeken yaşlı bir kadının, sadece iki şeyi unutmayışı mizahi bir dille
anlatılır. “Evde kalmış kız olmak” ve “Koca tarafından aldatılmak”. Öyküde bu
iki olgu öne çıkartılarak toplumsal çivilerimize güzel bir gönderme yapılır.
Roman olsun öykü
olsun bir kitabı okurun zihninde öne çıkartan önemli ögelerden biri de bireyde
bıraktığı tortu. “Çayım Çiçek Kokuyor”, yanı başımızdaki insanların
yaşamlarını, duygularını, öfkelerini, sevinçlerini anlatırken okurun da kendi
içine dönüp bakacağı akıcı bir kitap.
Yayla Boztaş
Çayım Çiçek Kokuyor
Çayım Çiçek Kokuyor
Nezih-Er Yayınları
196 Sayfa
Varlık Dergisi, Ekim 2014'de yayımlandı