NAZIM HİKMET’TE CESARET ve KAÇIŞ

Yaşamı pahasına doğru bildiğini söylemekten korkmayan, politik düşünceleri nedeniyle vatanından kaçmak zorunda kalan, sevdiklerinden uzağa düşen yaralı bir şair Nazım Hikmet.


Şiirinde dediği gibi, 951’de genç bir arkadaşıyla yürüdü üstüne ölümün. O tarihten sonra ülkesine dönemedi. Anadolu’da köy mezarlığına gömülme arzusu da gerçekleşemedi. Bırakın sonsuz uykusunu yurdunda geçirmesini, Ankara eski Belediye Başkanlarından Vedat Dalokay’ın, anıtına koymak üzere Moskova’ya götürdüğü vatan toprağı bile sorun oldu. Nazım Hikmet acaba hayal edebilir miydi, bin dokuz yüz seksen dörtlere gelindiğinde, İstanbul’un en ünlü, en güzel yerlerinden biri olan Sevda Tepesi’nin, yani vatan toprağının bir parçasının Suudi Kral’a satılmış olabileceğini ya da Almanların, Rusların, Hollandalıların ve başka yabancıların ülkemizde mülk edinebileceklerini?
Gördüğü yanlışları çekinmeden söyleyebilen şair, yürekli olmanın bedelini hep ödedi. Hem ülkesinde hem de ikinci vatanı Sovyetler Birliği’nde. Büyük umutlarla, heyecanla gittiği ülkedeki uygulamalar hiç de hayal ettiği gibi değildi. O yıllar Stalin dönemiydi. Bürokrasi öylesine başını alıp gitmişti ki yöneticiler emekçilerden, halktan kopmuşlardı. Sosyalizmin teorisinde sorun yoktu ancak uygulamada hatalar vardı. Nazım Hikmet, gördüğü hataları eserlerinde işlemekte gecikmedi. Şiirleriyle, tiyatro oyunlarıyla, halkın ve yöneticilerin dikkatini çekmeye çalıştı. “İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?” işte bu amaçla yazılmış oyunlarından biri.
Oyundaki olaylar, sosyalizmin kurulmuş ya da temellerinin atılmış olduğu herhangi bir yerde geçmektedir. Burası Romen, Arnavutluk ya da Çin kasabalarından biri olabilir.
Oyunun başkişisi Petrof bürokrattır. İdeal yöneticidir. Herkes tarafından sevilir, halktan kopmamıştır, çalışkandır. Pek çok devlet görevlisi, halkın ihtiyacı olan belgeleri günlerce imzalamazken, o bulunduğu kasabanın en yetkili çalışanı olduğu halde her ortamda ve koşulda halkı memnun etmek için durmaksızın çalışır. Hiyerarşiden hoşlanmaz. Yanında çalışanlara dostça, arkadaşça davranır. Boş vakitlerinde onların işlerini üstlenecek kadar alçakgönüllüdür. Mesai saati dışında bile olsa gelen vatandaşı geri çevirmez.  

            İvan İvanoviç ise Petrof’u etkisi altına alarak, çevresiyle iletişimini kopartan, tembelliğe yöneltendir. Egosunu pohpohlar, onu kasıntı, halden anlamaz, “bugün git yarın gel”ci  bürokrata dönüştürür.
“KASKETLİ: (Petrof’a Konstantin Sereyeviç’i işaretle) Ne yapıyor farkında mısın?
PETROF: Dilekçeleri tasnif ediyor…
KASKETLİ: Okumadan…
PETROF: Sonra okuyacak…
KASKETLİ: Sıra ile birini kırmızı, öbürünü bak mavi, ötekini sarı boyalı kalemle işaretliyor. Bak…
PETROF: Görüyorum.
KASKETLİ: Kırmızı işaretlileri yarın okuyacak… Mavi işaretlileri incelensin diye geri gönderecek… Amma okumadan… Sarıları ise reddedecek yine okumadan…”

Petrof, artık halkın sorunlarıyla ilgilenmeyen duyarsız bir memur olmuştur. Halkla iletişimi öylesine kopmuştur ki otobüs, troleybüs, tramvay gibi toplu taşıma araçlarının halen çalışıp çalışmadığı bilgisinden dahi yoksundur.
Oyunun sonunda, Petrof’la İvan İvanoviç aynı insan olduğu anlaşılır. Petrof’un değişiminden önceki dönem, Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarına, yani devrimin yeni yapıldığı Lenin’li yıllara, değişiminden sonraki hali de Stalin dönemine işaret etmektedir.
Oyunun diğer önemli iki karakterinden “Kasketli”, işçi sınıfını, “Hasırşapkalı” ise işçi sınıfını küçümseyen kesimleri sembolize eder.
“KASKETLİ: (Seyircilere Hasırşapkalıyı işaretle) Bu ne biçim tanıştırma. (Seyircilere) Ben, işçisi, kolhozcusu, aydınıyla, halkım. (Hasırşapkalıyı göstererek) Bu da bana ‘basit halk’ diyendir.”
Epik teknikler kullanılarak yazılmış üç perdelik oyun, bin dokuz yüz elli beş yılında Moskova’da yazılmış. Türkçe ilk baskısı, şairin Sofya’da yayımlanan “Bütün Eserleri” serisinin altıncı cildinde yayımlanmış. Ülkemizde ise Kaynak Yayınları tarafından bin dokuz yüz seksen beş yılında ilk baskısı yapılmış.
Nazım Hikmet, oyunun sahneleneceği ilk gün Moskova’dan epeyce uzaktadır,
endişelidir. “Aklım fikrim satirde(*). Moskova Şehir Tiyatrosu’nda piyesim oynanacak. Prömiyerinde bulunamayacağım, Moskova’dan trenle dört günlük yoldayım, ama yüreğim hop hop atıyor. Tiyatro son dakikada piyesten bir şey çıkardı mı, çıkarmak zorunu duydu mu, piyese bir şey kattı mı, aman ters anlaşılmasın diye izahlarda filan bulundu mu tenkit yazısı çıkacak mı şöyle esaslı bir yerde, yoksa susulacak mı ve en önemlisi seyirciler nasıl karşıladı?”  
Endişelendiği kadar vardır. İlk gece polis tiyatroya baskın düzenler. Sahnede boydan boya asılı posterde yer alan adamlardan biri Stalin’e benzemektedir. Ayda yedi kez sahnelenmesi planlanan oyun repertuardan çıkartılır. Sovyetler Birliği o tarihten itibaren Nazım Hikmet için daha da tehlikeli hale gelir. Çünkü oyunun Stalin’i eleştirdiği iddia edilmiştir.
İkinci perdenin sonunda İvan İvanoviç, epik bir unsur olarak, Nazım Hikmet’e seslenir. Bu sahnede Nazım neden bu hicviyeyi yazdığını anlatır.
            “İVAN İVANOVİÇ: … Nazım Hikmet, Hikmet oğlu Nazım Ran… Cancazım… Biliyorum Sovyetler Birliği ikinci yurdunuzdur. Sovyet insanlarını seversiniz, sayarsınız… Eski partilisiniz. İyi güzel, amma Sovyetlerde geçen bir hikâyeyi anlatan ilk piyesiniz hicviye mi olmalıydı? Tipik Sovyet insanı Petrof mudur? Ben miyim? Niye Petrof’un itibarını kırmağa kalkışıyorsunuz? Ne diye bizimle uğraşıyorsunuz? Zaten işimiz gücümüz başımızdan aşkın… Rahat bırakın bizi… Hani ne de olsa yakışık ta almıyor… Ne de olsa misafirsiniz şurada… Sovyet halkının konukseverliğini kötüye kullanmak doğru mu? Sonra konuğun kusuruna bakılmaz amma, bir hadde kadar… Demek istediğim bu piyesi yazmaktan vazgeçin… Hem sizin için, hem bizim için, hem de bu oynamağa kalkışacak tiyatrolar için, eğer böylesi bulunursa, daha iyi… Yok ille de yazacaksanız sonunu tatlıya bağlayın.
NAZIMIN SESİ: Boşuna İvan İvanoviç. Benim de zayıf taraflarım tümenle, ama yakalayamadın onları. Senden doludizgin nefret ettiğim, Petrof’u doludizgin sevdiğim için yazacağım bu piyesi… Sovyetler Birliğinde konuksam; iyi konuk, hane sahibini sokmak isteyen yılan görürse başını ezer. Yok hane sahibiysem de iş değişmez. Ezeceğim başını senin… Sonu da senin istediğin gibi değil…
KASKETLİ: Benim istediğim gibi olacak… Hah hah hah! Kah kah kah.”

            Düşünceleri uğruna hayatını tehlikeye atmaktan kaçınmayan Nazım Hikmet’e karşılık, bir de çekingen Nazım Hikmet vardı.
            Kalp rahatsızlığı geçirip uzunca süre hastanede yattıktan sonra eve çıkan şair, doktoru Galina Gregoryevna Kolesnikova’yla aynı evde yaşamaya başladı. Galina, onun sadece doktoru değil, aynı zamanda sekreteri, tercümanı, rehberi kısacası her işini organize edeniydi ve çevresindeki pek çok kadın gibi Nazım’a âşıktı. Birlikte oldukları süre boyunca Galina onu dört kez hayata döndürdü. Yirmi dört yaşındaki genç bir kadına, Vera’ya âşık olmasıyla yedi yıllık beraberlik Nazım için bitti. Fakat bunu Galina’ya söyleyemedi. Gitmeye karar verdiği gece,  üstünde pijamaları, ayağında terlikleriyle, konukları Babayev’i geçirmek bahanesiyle evden çıktı, Babayev’in arabasına bindi ve kaçtı. Daha sonra Galina’ya “Canım, kızım, anam, yoldaşım, bacım Memet'im, Münevver'im, Galyam!  Bunu yapıyorsam başka bir şey yapamadığım içindir… diye başlayan mektubunu yolladı. Galina ise çok üzgün olmasına karşın, sevdiği adama ilaçlarıyla birlikte en kalın kazağını yolladı. Bununla da yetinmedi Nazım’ın oturduğu bölgede görev yapan doktor arkadaşını arayarak ona göz kulak olmasını istedi.
Yaşamını hiçe sayarak ideallerini savunan, bu uğurda ülkesinden, sevdiklerinden ayrı yaşamak zorunda kalan, konuk olduğu ülkede de sürgünü göze alarak sistemi eleştiren, “yılan”ı gösteren cesur Nazım Hikmet ve minicik bir kadına, başkasına âşık olduğunu söyleme cesaretini kendinde bulamayan bir başka Nazım Hikmet.

Yeni olanın vaat ettiği heyecan, bilinene duyulan güven, minnet…
Yüreğin mangal gibi olsa da kaçmak bazen kaçınılmazdır.


 (*) Moskova Satir Tiyatrosu

Kaynakça:
Nazım Hikmet /İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?  Piyes, 110 Sayfa,  Kaynak YayınlarıHece Nazım Hikmet Özel Sayısı -121/Şaban Sağlık - Oyun Yazarı Olarak Nazım Hikmet (S-361)Radikal Gazetesi – “Nâzım'ın yedi yıllık biricik aşkı” http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=5724

Yazan: Nalan Yılmaz

Dünya, Yetindiğimizden Çok Daha İyi Bir Yer Olabilir

GÖSTERİ PEYGAMBERİ

Gösteri Peygamberi, Chuck Palahniuk’un belki de en dikkat çeken romanı.  Kitaptaki tüm eleştiriler, yeryüzü cenneti kurmaya çalışan Creedish Mezhebi üyesi Tender Branson üzerinden anlatılır. Bugüne kadar kapitalist sistemi,  kurumlarını ve değer yargılarını eleştiren pek çok kitap yayımlandı. Sanırım hiçbirinin eleştiri yelpazesi bu kadar geniş değil.
           Yazar, alışılmış değerleri yıkmaya, kitabın bölüm sayılarını ve sayfa numaralarını büyükten küçüğe sıralayarak başlar.



Anlatıcının içinde bulunduğu uçak, tek motoru çalışır durumdadır, benzini bitmiştir. Okuduklarımız ise onun karakutuya yaptığı ses kaydıdır. Sayfaları çevirdikçe, uçak giderek irtifa kaybedecek gibi gelse de okura, gerçekte durum elbette öyle değildir. Ancak kitabın bu yapısı uçağın düşeceği kaygısını canlı tutar ve okuma süresince sona değil aslında başa gidilir.
Tender Branson, Creedish mezhebinin hayatta kalan son üyesi olarak medyanın ilgi odağıdır. Bu özelliği sebebiyle, her şeyi paraya çevirmeyi hedefleyen şirketler için, insandan ziyade ticari değeri yüksek bir nesnedir. Bir ilaç firması, reklamlarında kullanmak üzere onunla iletişime geçer. Böylece, Tender Branson her şeyin kurgulandığı gösteri dünyasına adımını atar. Gösterilerinde ayin cüppesi giyer, konuşmasına âmin diyerek başlar... “Sizler, ebedi hayat, sonsuz sevgi ve iyilik dolu bir evrende barışın çocuklarısınız, falan, filan. Barış sizinle olsun.” derken bir yandan da “Metin yazarları bu lafları nereden buluyor, bilmiyorum.”  (s-150) diye düşünür.

Anlatıcının, mezhebin yaşayan son üyesi olması, onun medya maymunu olmasına yeter de artar bile. Menajeri, onun imzasıyla hemen bir “Gündelik Dualar Kitabı” yazdırır, “Orgazmı Geciktirme Duası, Sigarayı Bırakma Duası, Ereksiyonu Sürdürme Duası, Havlayan Köpekleri Susturma Duası, Araba Alarmlarını Susturma Duası. Park Cezalarını Önleme Duası” (s-136) Hepsi de günümüzün sorunları.  Bu duaların olduğu bir kitap kaç bin basar tahmin bile edemiyorum.
Branson, bir misyoner olarak yetiştirilmiştir ve vakti gelince, diğer mezhep üyeleri gibi dış dünyaya çalışmaya gönderilir. Üyelerin yaşamları, kilise ve çalışmaktan ibarettir. Böylece bireyin başka bir şey düşünmesine, sorgulamasına olanak tanınmaz.  Din ve çalışma, iki temel öge. İnsan yığınları günahtan korkmalı, korktukları için ibadet etmeli, sistem için sürekli çalışmalı, kazandığını sistem için harcamalı. Ucuza çalışmalı, yetmeyen para için borçlanmalı, borcunu ödeyebilmek için daha çok çalışmalı, paraya taparak günah işlediği için daha çok ibadet etmeli. Bu döngüye kapılmaktan olsa gerek kahramanımız “Sorunum gerçekte her neyse, onun düzeltilmesini istemiyordum. İçimdeki küçük sırların hiçbiri su yüzüne çıkmak ve mitlerle, çocukluğumla veya kimyasal reaksiyonlarla açıklanmak istemiyordu. Geriye hiçbir şey kalmayacağından korkuyordum. Bu yüzden içimdeki gerçek kin ve korkular hiçbir zaman gün ışığına çıkmadı.” der sayfa 225’de.
Söz konusu edilgen, kişiliksizlik ve kimliksiz olma hali, bireylere verilen isimlerde kendini daha net gösterir. Doğan tüm kız çocuklarına Biddy adı verilir. İlk erkek çocuk hariç tüm erkek çocuklara da Tender adı verilir. İlk erkek çocukların adı ise hep Adam olur. Bireylerin kurgulanmış aynılığı, giderek insanları böcekler ya da koyunlar gibi yapacaktır: “Hepimiz aynı televizyon programlarını izliyoruz, diyor dudak. Radyoda aynı şeyleri duyuyoruz, birbirimize aynı şeyleri söylüyoruz. Hayatın hiç sürprizi kalmadı. Hep aynı şeyler olup duruyor. Tekrarlar... / Çok yakında aynı anda aynı şeyleri düşünmeye başlayacağız. Mükemmel bir uyum içinde olacağız. Senkronize. Birleşmiş. Eşit. Kati. Karıncalar gibi. Böcekler gibi. Koyunlar gibi.” (s-120).

Kitapta, “Çok yakında aynı anda aynı şeyleri düşünmeye başlayacağız.” Denmiş olsa da baskının, adaletsizliğin hüküm sürdüğü günümüzde, medya aracılığıyla kitlelere aynı şeyleri düşündürme çalışmalarının başlatılmadığını kim garanti edebilir. Yazarın, “Hep aynı şeyler oluyor… tekrarlar…” cümlesiyle, Andrew Niccol’un yazdığı, Peter Weir'ın yönettiği 1998 yapımı The Truman Show’a gönderme yapıp yapmadığı bilinmez ancak yazdıklarının, aklıma bu filmi getirmiş olması amacına ulaştığını gösterir. Peki, bunca kıstırılmayla bunalmış birey kurtuluşu arar mı? “İnsanlar hayatlarının kurtulmasını istemiyorlar. Hiç kimse sorunlarının çözülmesini istemiyor. Dramlarının. Önemsiz meselelerinin. Hikâyelerinin çözümlenmesini, pisliklerinin temizlenmesini istemiyorlar. Çünkü geriye ne kalacağını biliyorlar. Büyük ve korkunç bir bilinmeyen.” (s-305).  Görüldüğü gibi yerine koyacak bir şeyi olmayanlar yüklerinden kurtulmak istemiyor.
Dünyamızda özgürlük arayışları azalacağına giderek artıyor. Günümüz insanı, daha fazlasının peşinde koşarken elindekini de kaybetme tehlikesinde. Örneğin, gösteri hakkı elinden alınan ya da kullanmasına izin verilmeyen toplumlar, özgürlüklerini,  kendilerini hiç de yalnız hissetmedikleri sanal âlemde ilan etmekte. Kitapta, ne yapması ya da yapmaması gerektiği, sürekli başkaları tarafından belirlenen ve özgür olamayan bireyin, konuya ilişkin düşünceleri ise şöyle verilir: “Gerçek şu ki her zaman bana ne yapmam gerektiğini söyleyen biri oldu hayatımda. Kilise. İşverenlerim. Ve yalnız kalmaya dayanamıyorum. Özgür olma fikrini kaldıramıyorum.” (s-176).
Kitabın değindiği can alıcı noktalardan biri de medya. Bir insanı aziz yapan en önemli faktör, medyada ne kadar yer aldığıdır.der menajer sayfa 166’da. Günümüzde medyanın dünya üzerindeki gücünü inkâr etmek olası değil. Tüm iktidar sahiplerinin ve sermaye sahiplerinin medya hırsları düşünülecek olursa, bu gücün sınırları ya da sınırsızlığı daha net anlaşılabilir. Anlatıcıya göre “Kurtuluşun sırrı ne kadar dikkat çekebildiğinizde yatıyor… İzleyici oranınızda. Medyanın sizinle ne kadar ilgilendiğinde…” (s-165). Reyting konusu İsa’ya kadar uzanır, okura, din ve Mesih kavramlarına farklı açılardan bakma olanağı sağlar. Dindeki şekilcilik ise yine İsa üzerinden ele alınır, “Çarmıha gerilme sırasında izleyici sayısı düşük olsaydı, olayı başka zamana erteler miydi… İsa’nın neredeyse çıplak olmadığı bir haç görmedim. Hiç şişko bir İsa görmedim… İsa, belinden yukarısı çıplak olarak bir kot markası veya erkek parfümü için modellik yapacak görünüşte.” (s-164). Birkaç cümle ile çok büyük ve yerleşik kurumları sorgulatmak, öğrenilmiş bilgi kalıplarımızı sarsmak! Palahniuk bu konuda çok başarılı.
Sayfası 312’de, “… beni duyabilecek misiniz bilmiyorum. Ama duyabiliyorsanız dinleyin. Ve eğer dinliyorsanız bulduğunuz, yolunda gitmeyen her şeyin hikâyesidir.” diyen Branson’ın anlattıklarında, yolunda gitmeyen ne çok şey olduğunu gören bireyin, kendisi için üzülmemesine olanak var mıdır? Oysa “Dünya yetindiğimizden çok daha iyi bir yer olabilir.” (s-283).

Chuck Palahniuk
Gösteri Peygamberi
Ayrıntı Yayınları

312 Sayfa

Kurşun Kalem Edebiyat Dergisi / Temmuz Ağustos Eylül 2016 / Sayı 41

Yazan: Nalan Yılmaz