SEVDANIN, EMEĞİN, MEMLEKET HASRETİNİN ROMANI “CEMİLE”


Orhan Kemal toplumcu gerçekçi bir yazardır ve kişiliği ile eserleri örtüşür. Bu nedenle düşüncelerinin yansımalarını tüm eserlerinde görmek olasıdır. Kendisinin, “Aydınlık Gerçekçilik” olarak tanımladığı yaşam felsefesi eserlerinde, ezilen, sömürülen, soyulan, insanca yaşamak için mücadele veren, geçinmek için göç etmek zorunda kalan halk kitlelerini ön plana çıkartır. Onların sorunlarını, acılarını, çıkmazlarını, sevinçlerini, kederlerini, özlemlerini anlatır. Özellikle Adana’daki yoksul kesimin yaşamını, işçilerini,  kenar mahallelerini, pamuk fabrikalarını anlatmakta ustadır çünkü o da İstanbul’a gelene kadar ki sürede işçilik, kâtiplik gibi işlerde çalışmıştır.


Öykülerinde, romanlarında yerel ağızlara ve konuşmaya sıkça yer verir. Eserlerinde konuşmalara fazla yer vermiş olmakla eleştirilen yazar bu konuda şunları söyler:  “Fazla diyaloga önem verişim, tesadüfî değildir. Anlatmak istediğimi en iyi böyle anlattığımı sanıyorum. Uzun uzun ruh tahlilleri yapmaya kalkışmaktansa, muhaverenin diyalektiği ile bu işi başarmanın çok daha tabii olacağı kanaatindeyim.” Gerçekten de doğru seçilmiş konuşmalar yoluyla anlatacağını çok daha kısa yoldan aktarır yazar. Örneğin: “Gözlerine barnaklarımı daktığım gibi ikiciğini birden alırım, kosnük” cümlesi, düz yazıyla uzun uzun anlatılabilecek Kadir Ağa karakteri hakkında okuyucuya çok kısa yoldan detaylı bilgi verir.

 Cemile romanı da önemli ölçüde diyaloglara yaslanan, yerel dilin ustalıkla kullanıldığı, anlatımı akıcı, temposu yüksek bir eser. Kitapta işçi patron, köy kent çatışması, ağalık sistemi, göçmenlik gibi konular ve bunlara bağlı sorunlar Cemile ve Necati’nin aşkları üzerinden anlatılır.  O yıllar, köyden kente göçlerin olduğu, kapitalizmin palazlanmaya başladığı, önemli toplumsal değişimlerin olduğu yıllardır. Köyden kente göçmüş, toprakla bağlarını tam koparamamış kişiler için fabrikalarda çalışmak ayakta kalmak için kaçınılmazdır. Tarlada çalışmanın yerini işçilik, ağaların yerini ise patronlar almıştır.

İşçi sorunlarına, onların yaşamlarına geniş yer verilen roman bir yönüyle yazarın diğer eserlerinden farklıdır.  Yazar, okuru Ahmet Aytekin’e yazdığı mektupta bu farkı şöyle açıklar: “ Cemile romanının özelliği daha çok şuradadır: Cemile, bizim edebiyatımızda ilk olarak fabrika işçilerinin hayatını vermeye çalışmış bir romandır. Yani, fabrika insanlarının yaşayış tarzlarını.  Aşkları, ekmek kavgaları, neşeleri, kederleri vb. Roman ve hikâyelerine gerçek hayatı tem olarak alan bir yazar için, en iyi bildiği konulara âdeta saldırmak esastır.” (http://orhankemal.org/links/152.htm)  Orhan Kemal, bu eserini "Tekmil hayatı ıstıraplarla geçmiş, yıllardır kahrımı çekmekten usanıp yorulmayan cefakâr karıma..." diyerek eşine ithaf etmiştir. Romanın bir diğer özelliği de karısının hayatından esinlenmeyle yazılmış olmasıdır. Yazar aynı mektupta bu konuda da şunları yazar: “Cemile, bir başka adla gerçekten yaşamıştır ve benim çok yakından tanıdığımdır. Hatta CEMİLE'yi okuduğu zaman kendini bularak ağlamış, ‘Sahi ben buyum. Zavallı babacığım... peki sen bütün bunları ne biliyorsun?’ diye sormuştur.”

Orhan Kemal’in betimlemeleri öylesine canlıdır ki kendinizi birden anlatılan yerde bulursunuz. “Evler… Yan yatmış, diz çökmüş, bağdaş kurmuş, kapaklanmış yahut tam yuvarlanacakken tutunuvermiş evler, işçi evleri. Bu evlerin çürük kapıları arada açılıyor, ya dal gibi bir kız, bir kadın yahut kocaman takunyalarıyla küçücük bir çocuk, uyku dolu gözleriyle çıkıyor…”  

Yazar, ülkemizde yaşayan çeşitli halk topluluklarını da romanlarına özenle yerleştirir. Eserdeki, Yahudi genel müdür, İtalyan mühendis, Selanikli kâtip, Arnavut ve Giritli dokumacı kızlar, Boşnak Cemile ve ailesi, yine Boşnak olan Muy ve çırçır fabrikasının kapıcısı bunlara birer örnektir. Yazar edebiyat yoluyla, hem halkların kardeşliğine vurgu yapar hem de azınlıkların “öteki” olmalarına engel olmak ister. Onun eserlerinde karakterler çok gerçektir. Gözünüzü kapattığınızda, Cemile, nasırlı, eğri büğrü parmaklarıyla yanı başınızda çamaşır yıkarken, Muy’un Gusli’si “… o harikulade sesiyle ormanlardan, derelerden, çaylardan, ay ışığından, sevgililerden, hasretten…”  bahseder. Çünkü yazar, “Ben tanıdığım insanları yazdım.. Tanıdığım, konuştuğum, birlikte sigara içtiğim, sırtımı sıvazlayan insanları yazdım…” der kendini anlatırken. (Nurer Uğurlu/ Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi)

Roman üç temel çatışma üzerine kurulmuştur. Birinci çatışma, paranın yerine aşkın seçilmesidir. Başkahraman Boşnak kızı Cemile, sağlam karakterli, kimseye pabuç bırakmayan, kendini ezdirmeyen, çalışkan ve becerikli bir kızdır. Aynı fabrikada çalışan kâtip Necati’ye âşıktır. Deveci Çopur Hali, Cemile’ye haberler yollayıp kollarını burma bileziklerle doldurma, uğruna develerini satıp parasını ona harcama sözleri verse de Cemile, yirmi dört lira doksan beş kuruş aylığı olan kâtibinden vazgeçmez. Parayı, gücü değil aşkı seçer. Yazar bu sonla, Cemile karakteri üzerinden sevginin olmadığı zengin bir yaşam yerine, aşkın, dostluğun, insan sevgisinin olduğu mütevazı bir hayatı öğütler okuruna. İkincisi, işçi ve patronlar arasındaki emek sermaye çatışması. Üçüncüsü ise patronların kendi aralarında olan kültürel çatışmadır. Çırçır fabrikasının iki ortağı vardır. Kadir Ağa, kara cahildir ve ağalık sisteminin temsilcisidir.  Numan Şerif Bey ise Avrupai yaşam tarzı olan, üç dil bilen yenilikçi biridir. Verimi düşürerek, ortağını saf dışı etme planları kuran Kadir Ağa, fabrikaya getirilen yeniliklere karşıdır. Ancak ortağından çekindiği için ona karşı bunu açık etmez. Parayla yandaş yaptığı ustalar aracılığıyla üretimi sabote eder. Kolaya zımpara tozu döktürerek ipliklerin kopmasını sağlar. Sürekli kopan iplikleri bağlamaktan işçiler doğru dürüst dokuma yapamazlar ve verim günden güne düşer. Verim düştükçe, dokudukları bezler üzerinden ücret alan işçilerin kazançları da giderek azalır. Romanda iki patronun çekişmeleri, üstün gelme mücadeleleri sürerken işçi de patrona karşı ekmek kavgası peşindedir. Hangi patronun haklı olduğu ya da kazanacağı onların umurunda değildir. Tek istekleri eski kazançlarına kavuşmaktır.

            Eser, temel çatışma konularının dışında başka konulara da dikkat çeker. Örneğin dokuz on yaşlarındaki çocukların nasıl sömürüldüklerini şu cümleler çok güzel ortaya koyar: “Islak betonun üzerinde yalın ayak veya takunyalarla çalışan kız, oğlan, genç, ihtiyar, kadın, erkek isçiler... Bilhassa çocuklar.. Dokuz, on yaşlarında, gözleri uyku dolu, renksiz şeylerdir ki, is kanununa uysun diye, annelerinin, teyze, hala, dayı yahut ta tamamıyla yabancı bir büyük insandan parayla satın alınmış nüfus kâğıtlarıyla ise girmişlerdir.” Dinin bireyler üzerinde baskı ve yönetim aracı olarak kullanılmasını ise şu cümleyle verir yazar: “Cami ve kilisenin hatırı için işlenen cinayetlerin haddi hesabı yoktu.” Galeyana gelerek, ellerinde sopalarla fabrikaya yürüyen işçi mahallesi halkına engel olamayan İzzet Usta ise“Ne çabuk aldanıveriyorlar!” diyerek hayıflanır. Yazar, eğitimsizlik, çaresizlik, ümitsizlik içindeki insanları kandırmanın, etki altına almanın ne kadar kolay olduğunu sağduyuyu temsil eden İzzet Usta’nın ağzından bu sözlerle verir.

            Cemile romanı, yüzünü umuda dönmüş bir eser. İstenirse kolaylıkla trajediyle sonlanabilecek olaylar dizisini yazar olumlu bitirmiştir. Deveci Çopur Halil, Cemile’yi kaçıramaz. Para için kaçırma planlarının parçası olan kötü niyetli Karakız romanın sonlarında yapacaklarının ne kadar kötü bir şey olduğunun ayırdına varır, yanlıştan dönmekle kalmaz, birbirini seven gençlere yardımcı olur. “Sen bir bey çocuğusun, sıradan bir işçi kızıyla evlenmek sana yakışır mı?” diyerek torununa engel olmaya çalışan babaanne sonunda kızı babasından istemeye razı olur. Fabrikada kışkırtma yoluyla ayaklanmaya sebep olanlar işten atılır, üretim yeni işçilerle devam eder. 

Kısa soluklu romanı bitirdiğinizde zihninizde bir müzik yankılanır. Bu müzikte Cemile ile Necati’nin aşkı, dokuma tezgâhlarının tıkırtıları, işçilerin nasırlı elleri, Malik’in Muy’un vatan hasretleri ve doyasıya memleket sevgisi vardır.  


Orhan Kemal
Cemile
Roman (150 Sayfa)
Everest Yayınları-2013


Kurşun Kalem Edebiyat Dergisi/Mart-Nisan 2014

ERİL GÜCÜ, SİSTEMİ VE KURUMLARI SORGULAYAN ROMAN "GÜNAH KADINA YARAŞIR"



Kadına yönelik şiddet ne yazık ki tüm dünyada din, dil, coğrafya, kültür, ekonomik ve sosyal koşullar ayırt etmeksizin sürüyor. Hemen her gün gazeteler, televizyon kanalları şiddete maruz kalarak sakatlanan, yaşamını yitiren kadınlara ilişkin haberler veriyor. Örneğin son on yılda, sadece bakanlığın evlerine sığınmak zorunda kalan kadın sayısı kırk altı bin olarak açıklandı. Sivil Toplum Kuruluşlarının ve belediyelerin evlerine sığınmak zorunda kalanlar ise verilen rakama dâhil değil. Buna kayıtlara geçmeyen şiddet olaylarını eklersek durumun ciddiyeti daha da net görülebilir.      

Ülkemizde pek çok üniversite, kadın kuruluşları ve devlet bu konuda önemli çalışmalar yapıyor olmasına karşın toplumun bir kısmı da dine, geleneklere, örf ve adetlere sığınarak erkek tarafından uygulanan şiddeti meşrulaştırma çabasında.

Suna Güler, ilk romanı “Günah Kadına Yaraşır”da bu önemli toplumsal sorunun pek çok detayına değinmiş. Evrensel bir sorunu konu ediyor olması bakımından ülke ve dönemden bağımsız işlenebilecek romanı yazar dönemle ilişkilendirmeyi tercih etmiş. Çocuk gelin, kadın ticareti, babanın kendi kızını tacizine kadar pek çok sömürü ve şiddet çeşidinin konu edildiği kitapta acılar,  olumsuzluklar Rıza Bey ve ailesi üzerinden anlatılmakta. Hassas bir kavrama değinen kitap, dokunulmazlığı olan aile kurumuna dokunmuş, kapalı kapılar ardında yaşananları gözler önüne sererek aile kurumunun ahlaksal çöküşlere engel olamadığının altını çizmiş.  

Yerel ağızların başarıyla kullanıldığı “Günah Kadına Yaraşır”ın dili akıcı, betimlemeleri canlı. İşlediği konunun okura yüklediği acıya rağmen yazarın ustaca eklediği merak unsurları okumayı kolaylaştırıyor. Romandaki hemen tüm kadınlar insan değil de birer eşya gibidirler. Sofrada yerlerinin olabilmesi, erkek çocuk doğurmalarına ya da cinselliğin edilgen nesnesi olmayı kabullenmelerine bağlıdır. İki karısından da çocuk sahibi olamayan istasyon şefi zaman zaman “Niye besliyorum ki bunları?” diye söylenir. Kadınların pek çoğunun kendi yaşamları üzerinde söz hakkı yoktur. Kaderleri erkeklerin vereceği kararlara ya da eylemlere bağlıdır. Romanda bu durumun istisna karakterlerinden biri Rıza Bey’in annesi Müyesser Hanım diğeri Şükrü Hoca’nın kızlarından Edibe’dir. Gelininin çektiği eziyetlere katlanamayan ve oğluna da engel olamayan anne “Erkek milleti çocuğa benzer gelinim. Sen her şeye razı olursan yanlış yaptığını nereden anlayacak?” dese de gelini Elmas’ın yanıtı “Ben eksik etek, nereden bilirim hangisi doğrudur anam?” olur. Edibe ise kısacık rolüne rağmen, erkek egemenliğine boyun eğmeyişiyle romanda yıldız gibi parlar. Bu yönüyle romanın okura umut veren karakterlerinden biridir. Polis Muhsin’le evlenmeyi kafasına koymuştur, gerekirse intihar edecektir. Dediğini de yapar. Kendisine göz koymuş olan Rıza Bey’in tüm engelleme çabalarına karşın sevdiği adamla evlenmeyi başarır.

Romanın kadın kahramanı Elmas’ın evlenmeye ilişkin büyük hayalleri yoktur. Hayatta kendisini nelerin beklediğini hiç bilmediğinden sadece iki korkusu vardır. Kendinden çok yaşlı bir adamla evlenmek ya da eş diye alınıp ilk geceden sonra unutulmak. Oysa nüfus kâğıdı bile olmayan Elmas’ın roman boyunca başına gelecekler insana dudak ısırtacak cinstendir. Nikâhının kıyıldığı gün babası yanına çağırır, kızına okkalı bir tokat atar ve şöyle der: “Bu çınlama kulağından hiç çıkmasın… Kocan öl dese niye diye sormayacaksın. Ocakta süt kaynarken senden kadınlık görevi isterse acık dur demeyeceksin… Haydi, şimdi düş kocanın peşine…”  Evlilik kurumuna böyle adım atan Elmas’ın bu ne ilk acısıdır ne de son. Evliliği boyunca sık sık kocası tarafından sille tokat dövülür. Duruma dayanamayan kayınvalidesi bile onu itiraz etmeye ikna edemez. Elmas, “Ne diyorsun sen ana? Erkeğe laf söylendiği duyulmuş mudur?” diyerek kaderine razı olur.

Romandaki ilişkiler yumağında kadının ikinci sınıflığı, cinsel nesne oluşu öylesine üst düzeydedir ki erkek kahraman Rıza Bey, lohusa karısının da yattığı odada kayınpederinin karılarından birine, Medine’ye tecavüz etmekten çekinmez. Çünkü ne karısının ne de Medine’nin durumu açık edemeyeceklerinden emindir. Acımasız saldırı karşısında iki kadının dayanışmaktan, birbirlerinin yaralarını sarmaktan başka çıkar yolları yoktur. Tecavüze uğradığı halde günahkâr olmaktan korkup (ki her durumda ve koşulda günah kadına yaraşırdı) kendini abdest almak zorunda hisseden Medine’ye, Elmas banyo bitiminde üşütmesin diye sarındığı mitili götürür. Mitilin altında biri on beş, öteki on üç yaşında iki kadın birlikte ağlaşırlar. Medine hamile kalıp Rıza Bey gibi sarışın bir kız bebek doğurduğunda, sarışın bebekle durumun farkına varan kayınpeder Şükrü Hoca, itibarını düşünerek olayı örtbas eder ve teselliyi doğan çocuğun kız olmasında bulur. “Ya erkek olsaydı ne yapardı? Bilmezden gelemezdi. Adını koyması, kulağına ezan okuması gerekecekti. Kız doğunca anaları hallediyordu o işleri.”

Ciddi boyutta kişilik bozukluklarının yanı sıra ereksiyon sorunu da yaşayan kahramanın sıradışı davranışları toplumun erkeğe giydirdiği dokunulmazlık zırhıyla giderek çoğalır.  Rıza Bey, roman boyunca kendini erekte edecek yeni deneyimler yaratma peşinde koşar. Bu uğurda karısını başka bir erkeğe, Osman’a sunmaktan çekinmez. Osman her seferinde evlerine elleri kolları dolu gelir. Onun konukluğundan herkes kendince mutludur. Çocuklar sofrada et var diye sevinir. Rıza Bey yaşayacağı fantezilerin heyecanı içindedir. Hayatı boyunca insan yerine konmamış Elmas da ilk kez bir erkekten yumuşak, güzel sözler duyduğu, kendisine iyi davrandığı için mutludur hatta Osman’la aralarında trajik bir gizli sevda da başlar.

Hayatın içinden yazılmış “Günah Kadına Yaraşır”da anlatılan olaylara ne yazık ki hemen her gün yenileri eklenmekte. Kadının ezilmesini, eril gücü, sistemi ve kurumları sorgulayan edebiyat eserlerinin çoğalması, özellikle yeni nesillerin farkındalığını artıracak, konuyu edebiyat düzleminde hep canlı tutacaktır. 

Suna Güler insanı, onun acılarını, duygusal açmazlarını, geçim çabalarını kendine sorun edinmiş bir yazar. “Ödünç Zamanlar” ve “Özgürlük Çıkmazı” öykü kitaplarının ardından yazdığı “Günah Kadına Yaraşır”da kadının var olma çabasını öne çıkartarak, sistem tarafından desteklenen “kontrolsüz güç”ü sorgularken, erkeğin dokunulmazlığını da keskin dille anlatmış. "Hiç kimse günahın kimde olduğuyla ilgili değildi. Bunu soruşturmaya gerek yoktu ki zaten erkeğin elinin kiriydi, günah yüklendiği nerede görülmüş duyulmuştu." Yazar eserde “günah” kavramına önemle değinmiş, dinin kadın erkek ekseninde nasıl şekillendirildiğine dikkat çekmiş ve kavramı kitabın adına taşıyarak daha da görünür kılınmasını sağlamış. Datça’da yaşayan doğa aşığı yazarın son kitabı ise “Doğadan Tarihe Datça Serüveni” adını taşıyor. Tarih ve doğaseverlerin keyifle okuyacakları kitapta ilçenin tarihinden, kültürel değerlerine, doğal güzelliklerine kadar birçok konuya yer verilmekte.

Günah Kadına Yaraşır /Suna Güler/Sokak Kitapları Yayınları /Temmuz 2013/378 Sayfa
Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi/Yıl:10/Sayı:56/Mart-Nisan 2014