Türkiye’yi değiştirmek amacıyla, 30 yıl önce yapılmış olan 12 Eylül askeri darbesinin, ülkemizde yarattığı olumsuz etkiler, izlerini hala korumakta. Geçen süre içinde, yaşanan dehşet dönemini, baskıyı, acıyı, işkenceleri, faili meçhul cinayetleri, idam cezalarını anlatan pek çok roman, anı, anı-roman, öykü kitapları yazıldı, döneme ilişkin mektuplar derlendi, yayımlandı.
Çoğunluğu erkekler tarafından yazılmış bu kitaplara, geçtiğimiz Ekim ayında, Ayşen Göreleli’nin Metris cezaevindeki günlerini anlattığı “Postal ve Patik /Metris’te Her Mevsim Kış”
isimli kitap eklendi. 12 Eylül dönemine ilişkin cezaevi yaşantısını,
kadın kaleminden anı biçiminde anlatıyor olması nedeniyle, kitabın,
kendi türünün çok az sayıdaki örneklerinden biri olduğu söylenebilir.
Ağır
bedensel ve ruhsal yaralanmalar sonucunda, insan beyni, kendi
gerçeğiyle yüzleşmekten korkup, kaçışı seçerek, yaşananları unutmaya
yönelebiliyor. Bu kaçışın yanı sıra, aradan geçen uzun zaman da ne yazık
ki pek çok detayın unutulmasına yol açabilmekte. Ayşen Göreleli, işte
bu kaygılarla yazmaya başlıyor kitabını ve başlangıçtaki ilk bölüm olan
“Anımsadıklarım” kısmında “Daha fazla unutmamak, kendimle bir kez daha yüzleşmek, henüz hesabı sorulmamış 12 Eylül’ü unutturmamak için...”
diye yazıyor. Kitabın yayım aşamasına gelmesi ise yaklaşık beş yıllık
bir süreyi kapsıyor. Tutuklu olarak geçen bir buçuk yıllık dönemi
yazmanın, bu kadar uzun zaman alması dikkat çekici. Sanırım bu durum,
yüzleşmenin birey üzerindeki yıpratıcı etkisi ve yıllar sonra bazı
detayları anımsamanın güçlüğü ile açıklanabilir.
Anılar, “Altı aydır polisten kaçıyordum. Soğuk bir Mart günü. Hem de nasıl bir soğuk!....Yakalanmıştım...” (S/13) diye başlıyor.
12 Eylül’ü yaşamak, halkın çoğu için çok zordu. Göreleli, bu dönemde, “Tutuklu Gebe”liğinin ardından kendisi ve bebeği için mücadele eden “Tutuklu Anne”liği
yaşamasına karşın, Selimiye Askeri Tutukevi ve Metris günlerinde
direncini hiç yitirmiyor, yüzünün bir yanını hep yaşama dönük tutuyor.
“Ülkenin
dört bir yanında yaşanan vahşetin tırmandığı bu dönemde birçok
devrimci, demokrat gibi ben de polisçe aranıyordum. Her şeyin belirsiz
olduğu bu korkunç ortamda bir çocuk doğurmak... Yine de heyecan verici. O
benim bebeğim.” (S/14)
“Ara
sıra havalandırmaya çıkarıyorlar bizi. Havalandırmaya ilk çıktığımda
küçük dilimi yutacak oluyorum... Görkemli Boğaz manzaralı kocaman bir
bahçe. Harem, Üsküdar’ın bir kısmı, gemiler görülüyor. Etraftı tel
örgülerle çevrili olsa da cennetten bir köşe... İnsanların sesi geliyor.
İlle de sokakta oynayan çocukların sesi... Yaşamın sesini duyuyoruz.” (S/28)
Baklaya aşermesi tam yedi ay sürüyor. Bir öğlen yemeğinde bakla olduğu müjdelenince: “Tuhaf
oluyorum.Yıllardır göremediğim sevgilime kavuşacakmışım gibi bir
duyguya kapılıyorum... Bir serabı yaşar gibi... Önce biraz seyretmeyi,
sonra tadına bakmayı, yavaş yavaş yemeyi tasarlıyorum.” (S/30)
Okurken, bazı bölümlerde, içinizden bir isyan çığlığının yükselmesine
engel olamıyorsunuz. Hele kadınsanız, yaşadıklarıyla özdeşleşmemeniz
olası değil. Yazar, bunun bilinciyle, fiziksel ve psikolojik işkenceyi
anlatırken okuru zorlamamaya, duygu sömürüsü yapmamaya özen gösteriyor.
Yaşananları, bir filmi anlatır gibi anlatıp yorumu okuyucuya bırakıyor
ve bu yönüyle de gerçek bir tanıklık sergiliyor.
“bu
cezaevi arabaları da doğuma giden biri için hiç uygun değil... Bir de
doktor ellerimi arkadan kelepçeletmez mi!... Ellerim arkadan bağlı
durmam çok zorlaşıyor... Araç sarsıldıkça yere düşüyorum.” (S/56)
“Ellerinde,
doğumu Zeynep Kamil Hastanesi’nde yapacağıma dair belge olmasına
karşın bir de bakıyorum Kasımpaşa Deniz Hastanesi’ne gelmişiz. Neden
buradayız diye sorduğumda ‘Zaman kazanıyorum, her yerde muayene
olacaksın, sonunda da arabada doğuracaksın, sizin gibiler için bu bile
çok!’ demez mi?”(S/56)
Eren
Bebeğin doğumundan sonra, Metris’e dönüş, hem anneye hem de koğuşa iki
kat sorumluluk yüklüyor. Artık koğuştaki herkes için, postalın ezici
gücüne karşı bir bebeği koruma ve yaşatma çabası başlıyor.
“Arkadaşlar yine sis bombası atarlar mı?”
“Diğer
koğuşlara atmamışlar ama biz bebekli koğuşuz, Eren için bir havlu
hazırlayalım diyen Yurdusev büyük bir havluyu ıslatarak ranzanın
demirlerine asıyor.” (S/87)
Kitabın
en hüzünlü bölümü, ana oğulun ayrılışı. Açlık grevinin, direnişlerin
olduğu yerde postal ve patik yanyana olamıyor. İçerideki baskıların
şiddeti arttıkça, bebeği o ortamda büyütmek giderek zorlaşıyor ve
kaçınılmaz ayrılık günü geliyor.
“Son kez... Son kez... deyip bir daha, sonra bir daha emziriyorum oğlumu... Sonunda gönderiyorum Eren’imi, bebeğimi. Sanki hiç uzaklaşmadı, kapının ardında ağlıyor.” (S/96)
Bu
derin acı, umutları, mücadeleyi yok etmiyor. Acısını paylaşan koğuş
arkadaşlarıyla yaşama asılmaya devam ediyor. Bu kez daha da istekli!
Evlat hasreti, direnişler, açlık grevleri, mahkemeler derken, tahliye kararı çıkınca “Bir burukluk kaplıyor içimi... Geride bırakacaklarım ne olacak?.. Tahliye olmak ne tuhaf bir şeymiş.”
(S/138) diyerek anlatıyor duygularını. Tahliyesinin Aziz Nesin’lik
duruma dönüşmesini ise merak uyandıran, mizahi bir dille ustaca
aktarıyor.
Metris cezaevine ilişkin anıları içeren “Postal ve Patik” unutmaya alışmış, alıştırılmış toplumsal belleğimizi uyaran bir “karşı duruş kitabı”.
Henüz
hesabı sorulmamış bir döneme ilişkin anıları canlı tuttuğu ve o
günlerden bir kesiti kitaplaştırıp okurla buluşturduğu için Ayşen
Göreleli’ye teşekkürler.
Ayşen Göreleli
Postal ve Patik - ‘Metris’te Her Mevsim Kış’
Anı / 159 Sayfa
İlya Yayınevi-2010
Cumhuriyet Kitap Eki Sayı: 1103
Cumhuriyet Kitap Eki Sayı: 1103