N.Y. – ‘Sır Gecesi’ kitabınızın öndeyişinde ‘Benim anayasam aşktır’ diyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Dinçer Sezgin
- Aşksız sevgisiz hiçbir şey olmuyor. Eğrileri de doğruları da aşksız
yapmak olası değil. Hatta kavgaların bile temelinde aşkın ve sevginin
var olduğuna inanıyorum. Hiç sevmediğiniz biriyle kavga edebilir
misiniz? Tanımadığınız, bilmediğiniz, yüreğinizde sevgisi olmayan
biriyle ilgilenebilir misiniz? Onu eleştirir, onu dinler, onunla fikir
alışverişine girebilir misiniz? Hiçbir zaman kavgadan yana olmadım. Hep
barışın yanında olmaya çalıştım, barışı var edecek koşulları oluşturmak
için uğraş verme yolunu seçtim.
Biten
arkadaşlıklarım, dostluklarım oldu. ‘Unutmak istemeyerek unutmaya’
çalıştığım ilişkilerim oldu. Ama ‘gönül müzeme’ kaldırdığım hiçbir
anımın temelinde nefret olmadı. Zaten nefretin bile, sevgi ve aşkla
ilişkisi var, sevgi ve aşk olmadan nefretin bile insanın yüreğinde yeri
olabileceğini hiç düşünmedim.
Düşünüyor
ve soruyorum kendi kendime, yaşam sayfalarımda yer alan herşey, sevgi
ve aşk olmasaydı, o sayfalara yazılabilir miydi? Hayır yazılamazdı.
Bunun için kişisel yasalarımın en başına bir anayasa gibi sevgi ve aşkı
koyuyorum daima.
Dinçer Sezgin
– Yaşam boyu, iki sözcüğü söylemekte hep tereddüt etmişimdir hep
itinalı davranmaya çalışmışımdır. ‘Seni seviyorum’. Evet bu iki sözcüğü
kolay kolay söyleyemem. Çünkü ‘Seni seviyorum’un bir ağırlığı, bir
sorumluluğu var. İnsana getirdiği büyük ‘mesuliyetler’i var. ‘Seni
seviyorum’ dediğim kişinin artık, bütün
sorumluluğu kendi sorumluluğum kadar benim ayrılmaz parçam olmuştur. Onu
sağlıkta, hastalıkta, darlıkta, bollukta, gurbette, yanımda ya da
uzağımda nerede nasıl bir koşulda olursa olsun, üstleniyorum demektir
benim için. Bu sorumluluğu içeren o iki sözcüğü de bu nedenle kolay
kolay söyleyemem.
N.Y. – Aşktan söz edip de dokunmaktan bahsetmeden olmaz. Bu kavram için neler söyleyebilirsiniz?
Dinçer Sezgin
- Şayet sevgi bitmemişse, sevgiyi duyumsatmak için, el ile dokunmak
şart değildir. İnsan, sevdiğine göz ile de dokunabilir. Gözle dokunmak
belki daha etkili bir dokunuştur.
Sevgi bitmemişse, insan sevdiğine sözcüklerle de dokunabilir. Dilin açtığı yaraları dilin sağalttığı gönülleri unutmayalım.
Önemli olan, sevginin bitip bitmemesidir. Bitmeyen sevgi, kendini anlatacak dokunma biçimini bulur, yoksa yaratır.
N.Y. - Herkesin
kendine özel pencereleri vardır. Yüreğinizin bir penceresini
yaşadığınız kente kapatıp başka yerlerin düşünü kurmaya başladığınız
oldu mu?
Dinçer Sezgin
– Ben insanların gönül pencerelerinin var olduğuna inanıyorum. Hem de
bu pencereler, bir evin pencere sayısı kadar belli değildir. Sayı
herkese göre değişir. Kiminin gönlünde on tane, kiminin gönlünde yüz
tane pencere vardır. Bir gün sokağınıza, caddenize bahçenize, karşı evin
bahçesindeki kaysı gülüne açılan pencereyi kapatıverirsiniz ve kentin
anlamı kalmaz. Başka yerlerin düşlerini kurmaya başlarsınız.
Bir kente kapattığınız pencere her zaman o kentte yaşadığınız kötü
olaylar yüzünden olmaz. Gitmeyi hayal ettiğiniz kentin sizi çağıran ‘bir
şey’leri filizlenmeye, uç vermeye başlar içinizde.
O yüzden de bulunduğunuz kente bakan pencereyi kapatabilirsiniz.
Gönül
pencerelerinizden pek çoğu da insanlara açılır. Bu pencereden
baktığınızda yüzlerce, binlerce insan görürsünüz. Gördüğünüz bu
insanlara ilişkin anılarınız izlenimleriniz vardır. Bu
anılara, izlenimlere göre bazı pencereleriniz sonuna kadar açıktır.
Bazıları aralıktır. Bir gün içinizde bir şeyler kırılır. İnsanlara
açılan o pencerelerin bazılarını kapatmak zorunda kalıverirsiniz.
Ama bütün bunların temelinde, umduğunuzu bulamamak yatar bana göre.
İzmir, kendisine pencerelerinizi zor kapayacağınız kentlerden biri.
Çünkü kapattığınız bir pencerenin hüznünü yaşarken, dünyanızda yeni bir
pencere açılıveriyor. Ve bu yeni pencereden, yüreğinizin en mavi
kuşlarını uçurabilme olanağı buluyorsunuz denize ve gökyüzüne doğru.
N.Y. – Siz
bir sözcük ustasısınız. Çoğu insanın, olumsuz duygular uyandıran
‘savaş’ , ‘yasak’ gibi sözcüklerle arası yoktur. Ancak, sizin olumlu
çağrışımı olup da sevmediğiniz bir sözcük var. ‘Kolay’ sözcüğü ile neden
aranız iyi değil?
Dinçer Sezgin
- Yanıtlayayım; insanlarımız, durmadan ‘zahmetsiz’ yaşamanın peşinde
koşmaya başladı, çocuklarımıza da böyle bir yaşamın tadını çıkarmayı
öğretir hale geldik. Bir çiçeği bile emeksiz yetiştiremediğimiz şu
alemde, diyelim ki çok sevdiğiniz bir şeyi yitirmişsiniz, bir
arkadaşınız çıkıyor, ‘Kolay canım, unutursun.’ deyiveriyor, sizi teselli
adına. Sevgiyi, ölümü, ayrılığı, yalnızlık sancısını, unutmanın
neresine sığdırabilirsiniz ki? Ayrıca emeksiz, zahmetsiz kazanılan hangi
ilişkinin, hangi güzelliğin değeri vardır ki? Emek ve alınteriyle
kazandığınız hiçbir şeyi de kolayca unutamazsınız.
N.Y. - Beklemenin
pek çok çeşidi var. Sevgiliyi beklemek, evlenmeyi beklemek, emekliliği
beklemek gibi. Siz bize beklemenin hangi çeşidi üzerine bir şeyler
söylemek istersiniz?
Dinçer Sezgin – Bir savaşın başladığı gece, bir ailenin bekleyişini anlatabilirim.
Gözlerimiz gökyüzüne çevrilmiş, kulaklarımız kirişte bir hava
saldırısı bekliyoruz. Bu saldırı her an olabilir ve atılacak bomba
evimizi barkımızı, çoluğumuzu çocuğumuzu bir anda yok edebilir. Öylece
bekliyoruz. Ailecek. Dakikalar geçmek bilmiyor. Herkes son kez diyerek
birbirine bakıyor. Hiç umarımız yok. O bomba patlayacak ve bir anda
paramparça olacağız, her bir parçamız fırlayıp gidecek yokluğa doğru.
Karımı çocuklarımı bir daha göremeyeceğim, son anlarımız bunlar onlar
da beni göremeyecekler, doya doya bakayım onlara, sarılayım. Yeniden
yeniden koklayayım onları. Şimdi patlayacak
bomba, şimdi, şimdi, şimdi. Patladı patlayacak. Belki tetiğe basıldı.
Belki bomba bize doğru gelmeye, bize doğru düşmeye başladı bile. Oğlum
benim, kızım benim, canım karım benim, gelin sizleri son kez
kucaklayayım.
Bu bekleyişteki umarsızlığı, yalnızlığı, korkuları, sözün kısası çekilen işkenceleri düşünebiliyor musunuz?
N.Y. - Kendi kendinize ‘Yazıyoruz da ne oluyor?’ dediğiniz oldu mu?
Dinçer Sezgin
- Kitap fuarlarından birinde imza saatim bitmek üzereyken lise üçte ya
da üniversite birde olduğunu tahmin ettiğim üç genç kız geldi. Tek
kitap kalmıştı önümde. Kitabı alıp şöyle bir karıştırdılar, ederine
baktılar ve yerine bıraktılar. Uzaklaşıp aralarında fısıldaştılar.
Birisi çantasından cüzdanını çıkarıp paralarını saydı. Yine geldiler,
kitabı alıp ‘Önsöz yerine’ ile arka kapaktaki yazıyı okudular. Paraları
yetmiyordu. Üçü paralarını birleştirseler bile alamayacaklardı.
Onların telaşı, kitabı ellerinde okşar gibi tutuşları hem hoşuma gitti
hem heyecanlandım. ‘Çocuklar içimden geldi, bu kitabı sizlere armağan
etmek istiyorum. Hanginize imzalayayım?’ diye sordum. Ortada duran
‘Bizim bunu alacak paramız yok ki!’ dedi dokunaklı bir sesle. Ben
armağanın parası olmaz dedim. O an, kız hiç beklemediğim bir şey yaptı;
boynundaki gül desenli fuları çıkarıp boynuma dolayıverdi. ‘Öyleyse
ben de bunu armağan ediyorum size’ dedi.
O güne değin hep buz üzerine yazı yazıyoruz sanıyordum. Artık ‘Yazıyoruz da n’oluyor?’ demiyorum.
N.Y. – Öğrencilerden
ve parasızlıktan söz açmışken, sizin öğrencilik yıllarınıza uzanırsak,
bize anlatmak isteyeceğiniz, sizde iz bırakmış bir anınız var mı?
Dinçer Sezgin
– Çocukluğumda, bayramlarda pek çok güzellik varken ‘Bayram gelmiş
neyime...’ türküsünü yakanın yaşamını çok merak ederdim. Acaba yüreğine
neden kan damlıyordu? Hep merak ederdim.
Bir
ramazan bayramıydı. Okulumuzun varsıl aile çocukları, arife günü
akşamından, bayram tatillerini geçirmek için okuldan ayrıldılar. 220
öğrencili okulda biz 30-40 kişi kaldık. Hepimiz yoksul ailelerin
çocuklarıydık.
Okulda kaldığımız o bayram sabahı, kahvaltıdan sonra müdür bizi tören
alanına topladı. Bayramın güzellikleri konusunda dokunaklı bir nutuk
çekti. Sonra, ‘Birbirleriyle küs olanlar önümde toplansınlar bakayım’
dedi. Altı yedi kişi dizildi müdürün önüne. Müdür ‘Şimdi birbirinizi
öpecek ve barışacaksınız’ dedi. Arkadaşlarda bir hareket görmeyince
‘Müdürünüz olarak emrediyorum, birbirinizi öpecek ve barışacaksınız.
Bugün barışmayıp da ne zaman barışacaksınız’. Arkadaşlar öpüştüler
böylece birbirleriyle barışmış oldular. Bu barışma olayını kutlar gibi
okulun bir çalışanı kağıt şekerler dağıttı hepimize.
Alışılmadık büyük bir sesizlik vardı okulda. İşte bu sessizliğin en
koyu yerinde, uzaklardan gelen bir türkü duyuldu.
‘Bayram gelmiş neyime, kan damlar yüreğime.’ Fırlayıp çıktım. Sesin
geldiği odayı bulup içeri girdim. Yalnızca Samsun’lu Remzi vardı
içeride, türküyü de o söylüyordu. Hem söylüyor hem ağlıyordu. ‘N’oldu
Remzi?’ dedim. Kesti söylemeyi. Yüzüme baktı, boynuma sarıldı. ‘Çok
yalnızım, çok yalnızım, çok yalnızım’ dedi. O an anladım, kan,
yalnızların yüreğine damlarmış bayramlarda.
N.Y. – Söyleşimize
aşkla başladık aşkla bitirelim istiyorum. Şiirlerinizin çoğunda aşkı
anlatıyorsunuz ama ben yine de sormak istiyorum. Dinçer Sezgin için aşk
nedir?
Yüzüme
bakıp gülümsedi. ‘Bence aşk..’ diye başlamıştı ki köpeği Çılgın,
aniden fırlayıp, pencere kenarında gördüğü kediye havlamaya başladı.
Korkuyla
yerimden zıpladığımda, yanımda ne Dinçer Sezgin ne de Çılgın vardı.
Evimdeydim. Oysa biraz önce onunla söyleşi yapıyordum. Çılgın da
uzandığı yerden bizi dinliyordu.
Birkaç saniye geçip de şaşkınlığımı üzerimden atınca, anladım ki salondaki koltuklardan birinde, onun ‘Deneyememeler / İmam Bayıldı Nasıl Yapılır?’ isimli deneme kitabını okurken uyuyup kalmışım.
Kalktım
bir iki tur attım. Söyleşinin etkisindeydim. Sorup da yanıtını
alamadığım bir sorum vardı ve o soru halâ zihnimdeydi. Pek çok şiirinde
aşkı çok güzel anlatmıştı. Kim bilir, uykum bölünmeseydi belki de yanıt
olarak onlardan birini söyleyecekti.
Ne diyeceğini bilmeme olanak yoktu ama bu soru bana sorulsaydı, yanıtım hiç düşünmeden, ‘Aşk, Düş Kıyısında Beklemektir.’(*) olurdu.
Yüzümde, onun bana gülümsediği gibi bir gülümseme belirdi ve bir kez daha uzandım sehpanın üzerinde duran Kaveko’ya.
*Kaveko / Düş Kıyısında Beklemek (Papirüs Yayınevi)
Not: Söyleşideki yanıtlar ‘Deneyememeler / İmam Bayıldı Nasıl Yapılır?’ kitabından alıntıdır.
Lacivert Öykü Şiir Dergisi Yıl: 7 Sayı: 37 Ocak - Şubat 2011